29 Kasım 2010 Pazartesi

Biz daha trenlere bakmaya gitmemiştik ama..

Pazar gününü yorularak geçirip Pazartesi günü biraz dinlenmeyi uman tek çalışan anne ben değilimdir heralde değil mi?
Cumartesi günkü  park - kum - sahil gezimizden sonra Pazar oğlanla başbaşa kalınca, biraz Kozzy' de Iraz , Turgut ve Rüzgar' ın davullarına vurduk, biraz Tutiş Abya' nın öpücükleri ile yoğrulduk, sonra hava kararınca babayı Meydan' dan almaya gittik ama yorulan bir tek bendim sanırım ki daha otoparka girerken, "beeki , tren vaydıy buda?" diye anneyi kafalama çabalarına girdik. Sonuçta Pazar akşamını atlıkarınca ve tren ikilisi ile kapatıp, geriye kalan pestillerimizi eve taşıdık..
Trene de yalnız bindi ilk defa unutmayalım. Her bir naneyi kendi başına yapacak ya beyimiz,sonra da kabaracak ben yaptım diye.
Atlıkarınca bir puansa, tren on yüz milyon puan bu aralar Arda için. Trene binme isteği kabardıkça kabarıyor. Bir kısa mesafe bulsam da bindirsem diyordum, daha Cumartesi sabahı Çağlar' la arabada Haydarpaşa' ya mı gitsek, trenleri görürdü Arda biz de denize karşı bir çay içeriz diye konuşmuş ama konuşmakla kalmıştık. Keşke gitseymişiz..
Bu sabah duydum ki bir kısmı yanmış Haydarpaşa' nın. İçim cız etti. Çok inmiş binmişliğim de yoktur oradan ama silüeti güzeldir Haydarpaşa' nın. İstanbul' da beş güzel yapı say deseler , ilk aklıma geleceklerden biridir. Vapurdan ayrı güzel gözükür, karadan ayrı. Seneler önce tren garı içindeki bir konsere gitmiştik. Gecesi de ayrı güzel gelmişti.
Çok kötü hissettim kendimi yangını duyunca..
Bir de milyon tane ihmal haberini dinleyince.
Yangını söndürmek için havadan müdaheleye gerek görülmemişmiş ( hadi bunu anlamaya gayret ediyorum, tarihi binaya tuzlu su ile müdahele ne derece uygundur acaba diyerek ) , yangın tadilat yapan şirketin önlemleri iyi almamasından çıkmışmış ama aslında şirketin tadilat izni yokmuşmuş,muş da muş.
Zaten çok zamandır süren bir yılan hikayesi vardı, yıkılacak, otel motel birşeyler yapılacak yerine diye. Hepsini bir araya getirince elimde olmadan yangının sadece yanık kokmadığını düşünüyorum :(
Oğlum trenleri elbet görür de Haydarpaşa' yı görür mü bilemiyorum artık, görse de anlayacak, sevecek , beğenecek kadar büyümesini beklemeyecek Haydarpaşa, bu kesin.

Paylaş

27 Kasım 2010 Cumartesi

Kum havuzu arıyoruz, var mı bilen?

 ccccccc  Bütün parkların zeminlerini kırmızı yumuşakça bir madde ile kapladılar. Adını bilmiyorum ne deniyor buna. İyi oldu zarar vermeyen bir zemin atlasın düşsün yuvarlansın, kötü oldu kum olan park kalmadı. En azından bizim buralarda. 
Moda sahildeki parkın zemini hala kum, gittiğinizde kovalı kürekli bir sürü çocuk görüyorsunuz, eğer sizin kova ve küreğiniz yoksa hafiften zor anlar yaşanabiliyor, biz son gidişimizde en dandikten bir kova ve kürek edinmek durumunda kaldık. Çünkü öyle başkasının oyuncağına kolay kolay sulanmayan, çekingenlikten ölen tospa malına süpper sahip çıkan bir ablanın kova ve küreğine göz dikti. Ama ne mümkün koklatmadı öbürü :) Gitti en sonunda yapraklarla kumda yemek yapan iki çocuğa yanaştı da neyse ortalık duruldu biraz..
Diyeceğim şu ki hem kum yok , hem de olan kumun da temizliği şüpheli. Hadi temizliği geçtim zaten eller herşeyin içinde ama kuma ulaşmak gerçek bir çaba gerektiriyor..
Dün bayağı bakındım, hava daha güzel olsaydı aklımda şile tarafı vardı. Sahile yayılmak, bize eşlik edecek çocuklu arkadaş bile vardı da işte hava elvermedi. Sabah şansımızı Caddebostanda deneyelim dedik, küçük de olsa doğal sahil var ama lodosu es geçmişiz :) Hoş Arda için farketmedi, bayıldı dalgalara, girmeye bile kalktı bir ara :))
Biraz oyalandık o civarda denize baktık kahve içtik derken , sıcak saatleri kaçırmadan Göztepe parkına gidelim dedik. Eh nispeten oynanabilecek bir kum bulduk orada. Hatta bizim gibi kuma hasret bir arkadaş da bulduk. 
Hiç tanımadığım bir kuzunun resimlerini internete koymak istemedim şimdi ama bu arkadaşın traktörüne ve kumdan kurabiyeleri ezişine pek bir bayıldı Arda, utangaç gülüşler attı. Önce salıncak dedi küreğini filan arkadaşa bıraktı gitti sonra aklı orada kalmış olacak ki koşar adım geri geldi, çöktü yanına.. Ben biliyorum ama sırf o traktör uğruna :)
Park arkadaşımızın annesiyle de lafladık biraz. Onlar da çok dertliydiler bu kumsuzluktan. Bebek sahilindeki parkta oldukça minik bir kum havuzu yaptılar ve etrafını kedi köpek girmesin diye çevirdiler diye anlattı. Başka da bir yerde çevrili kum alan görmedim dedi. Nitekim biz çocukların oturduğu alana göz atmıştık ama parkın geri kalanında bol miktarda köpek dışkısı vardı :(
Ne diyeyim, boşuna evlerine sahillerden temiz kum taşımıyor insanlar, yada mağazalarda çocuklar oynasın diye torbalarla kum satılmıyor..Ama balkonda kumla oynamakla parkta kumla oynamak bir midir? Arda' nın keyfini, çoğunu gülmekten fotoğraflayamadığım hallerini görünce benim cevabım net: değildir.
Biz bu sabah bayağı bir yol teptik sonuç olarak, hava güzel olsaydı daha da uzun yol gidecektik..Çok yol demeyip yine gideceğiz, en azından Arda' dan daha çok park oyuncakları ile eğlenip, gününü gün eden babamızı parka götürmek için :))





Paylaş

26 Kasım 2010 Cuma

Okuduk - Uyuduk

Bir sürü şey yapacaktım dün akşam,

Mesela ve en önemlisi iki oyun ablasına telefon edecektim, sıpa uyuduktan sonra kocaman bir bardak sütlü kahve içip, keçeden bir iki motif kesecektim, Çağlar' la doldurmamız gereken bir form, çevrilmesi gereken almanca bir sayfa vardı, onlara göz atacaktım..

Oysa ben ne yaptım?

Bebek Koala Anaokulunda, Hadi Uyu Küçük Kuş ve Mavi Fil Tombik' i bir kaç defa okudum.
Yatma saatini epey geçirmiş olan tospayı güzellikle yatağa gitmek için iknaya uğraştım ve başarılı oldum. Ama "sen de yat?" isteğine cevapsız kalamadım, yanına kıvrıldım. Sonra uyanıp hadi dedim kalkayım ama bu sefer de kendi yatağım ve kendi kitabım çağırdı çok fenalardan..

Sonuçta mayışık ama bol okumalı bir akşam geçti gitti.. Hem iyi hem kötü oluyor böyle akşamlar, çünkü evde yapmam gereken zaruri işlerin olmadığı, Arda yattıktan sonra kendime zaman ayırabileceğim akşamların sayısı pek az.. Onları da mayışarak geçirdiğimde o günü sanki hiç yaşamamış gibi oluyorum, sevmiyorum bu hissi..
Öte yandan kitaplar elimde sürünüyor. Taa Eylül sonu Augsburg' a giderken aldığım ve hala bitmeyen kitabım her daim göz kırpıyor. Daha sırada bekleyen bir sürüsü var..Biraz okuyabilmiş olmak içimi rahatlatıyor.

Arda' nin kitapları ise hep ortada. Bunlar son günlerin favorisi:

Bebek Koala ' yı ben almıştım, sevimli bir anaokulu gününü anlattığı için, hayalinde de bir şeyler canlanır demiştim, işe yaradı gerçekten. Okurken kendi gününden parçalar bulup, bazılarına çok seviniyor.Örneğin Bebek Koala' nın bahçede oynadığı sayfada "Ben de taydim taydiyaktaaan!" gibi eklemeler yapıyor.







Hadi Uyu Küçük  Kuş bu serinin diğer kitapları gibi şairane anlatımlı kısacık bir kitap. Evrim' in tavsiyesiydi. Unutmuştuk yeniden keşfettik.Bu aralar hikayesinden çok anne kuş, baba kuş ve küçük kuşun eviyle mamasıyla gökyüzündeki yıldızlarla filan ilgileniyor , her bir sayfayı tek tek inceliyoruz.

Mavi Fil Tombik'i ise Arda mini miniyken Umur ve Ada göndermişti. Hala mesajını tam alacak kadar büyümedik ama şimdi daha iyi anlıyoruz. Mavi Fil Tombik' in bisikletten düşme resimleri düşme efektleri yapılarak ve en sonunda arkadaşlarının yardımı ile bisiklete binmeyi öğrenmesi ise alkışla karşılanıyor bizim tribünde :) 




Sütlü kahveli, keçe motifli bir kaç saati ise yaratacağım umarım, een kısa zamanda..

24 Kasım 2010 Çarşamba

yıllar sonra 24 Kasım

2,5 ay önce başladı okul maceramız. Çok ani oldu, hızlı bir karar, beklenmedik bir aksiyondu hepimiz için. Bence hala konuşmak için anlatmak için erken, bu çocuk milleti her gün yepyeni bir huy, yepyeni bir adetle çıkıveriyor karşınıza. 2,5 ayın sonunda huzurla devam eden okul günlerimiz belli mi olur tersine dönüverir bir anda?
Kısa zamanda çok yer gezdik Çağlar ile. Çok beklentimiz yoktu.
- Bahçesi olsun ve bahçeye çıksın.
- Temizlik ve alt değiştirme gibi işleri kendi öğretmeni yapsın.
- Amaçları 2 yaş çocuğunu eğitmek, ona birşeyler öğretmek değil, sevmek ve mutlu olmasını sağlamak olsun.
Çok acemiydik okul konusunda, gezdikçe şaştık, şaştıkça huzursuzlandık. Deri koltuklar, çizgi film saati! için düz ekran tvler gördük..Döne döne çıkan daracık merdivenler, kapıdan bırakıp gideceksiniz ağlayacak ağlayacak susacak diyenler gördük. Öğretmenlerimiz alt değiştiremez, temizlikçi teyzemiz yapıyor o işi diye bize garip akıllar verenler gördük..
Nihayet, içinde tv olmayan, kocaman bir bahçesi olan, gördüklerimiz arasında en mütevazi, gördüklerimiz arasında en az oyuncağa sahip ama bize en sıcak gelen yerde karar kıldık.
Gencecik bir öğretmeni var Arda' nın. Enerji dolu, neşeli, çocuk seven, sevdiğini belli eden..Arda' ya öğretmeninden bahsedince yüzünde güller açıyor. Bu bizim için en önemli kıstas.
2,5 ayda ağlamalı ayrılışlardan baybaylı ayrılışlara geçtik. Uyku problemi ne evde ne okulda yaşadık. Tuvalet konusunda hevesimizi ve isteklerimizi daha net belli eder hale geldik. Oyun kurar, oyuna başkalarını davet ve dahil eder olduk. Hayaller kurmaya başladık. Bir gün yeni bir şarkı ile dönerken ertesi gün ben tıytıy oldum diyerek bizi karşılayan bir aşamaya ulaştık.
Kolay olmadı..Hiç kolay olmadı hem de..
Daha da önemlisi, parkta bahçede daha rahat daha özgür hissediyor artık kendini, kumla oynayan çocuklar artık salıncaktan kaydıraktan daha çekici onun için, herşey güllük gülistanlık mı, hayır değil tabii kii, hala çok yolumuz var kat etmemiz gereken, peşine düşmemiz, gözümüzü hiç ayırmamamız gereken..
Bütün bunlardan şuraya gelmek istiyorum ki kısa zamanda aldığımız bu olumlu geri dönüşlerin hepsinde o gencecik öğretmenin ve oradaki diğer tüm öğretmenlerin, çalışanların payının büyük olduğuna gönülden inanıyorum.
Öğretmenlik çok zor bir meslek. Her daim gülümsemek, sabrına, sözüne, eline koluna hakim olmak..Örnek olmak, hayır demek aynı zamanda çok sevmek, sevdiğini belli etmek ama kayırmamak, yüreklendirmek ama önüne geçmemek, her birinin ihtiyacını kestirmek, karşılamak, açıkta bırakmamak, güven vermek, destek olmak, doğru gözlemlemek,,
Kimse mükemmel değil, çok iyi öğretmenler olduğu gibi, hiç öğretmen olmaması gereken öğretmenler de var ne yazık ki. Anneler dua eder ya allah iyi insanlarla karşılaştırsın diye, hayat iyi öğretmenlerle karşılaştırsın bizi. Ellerine emanet ettiğimiz, minicik, çok naif  ruhları ve bedenleri gerektiğinde sevgiyle gerektiğinde bilgiyle besleyebilen, iyi niyetli, 'insan' sever öğretmenlerle..
Arda ilk öğretmenler gününü kutladı bugün, biz de tabii. Okul kafamıza vurmadı bugün öğretmenler günü diye, hatırlatmalar geçilmedi, sabah biz kapıda kutlayınca ilk öğretmenimizi bir şaşkınlık, bir mutluluk geçti yüzünden, bu da bize yetti..
Çok öpülmüş bugün, çok koklanmış, götürdüğümüz kekten yemiş bolca ki, bu nanaktan ben öptüüüm, bu nanaktan diyek oyetmeen diyerek , ne yedin bugün sorusuna paştaaa diye çığlık atarak cevap verdi kendileri :)


21 Kasım 2010 Pazar

Bitti mi yani?



Böyle güzel yollardan geçtik 

baktık Amasra sokaklarına araba girmiyor, zaten el tutma hevesimiz de kalmamış, saldık kendimizi yollara 

kocaman rüzgar güllerine baktık, beğendik  

biraz manzara seyrettik 


 arada bir de babaneden rüzgar gülü kaptık kendimize, köylü pazarından da armutla peynir


 sonra da kah bulaşık yıkayıp, kah açıkhavada dolanıp ateş düşürmeye çalıştık
Bitti gitti böylece,
yarın iş başı..

20 Kasım 2010 Cumartesi

Gecikmiş Cevap: Bilimsel Sobe


Gecikmiş bir cevap borcum var, Evrim' in sobesini daha da gecikmeden devam ettireyim..

1. Bir zamanlar “bebek günlükleri” vardı. Sizce bloglar onların yerini aldı mı?

Kocaman kırmızı bir defterim vardı, ajandamsı bir şey, günlük değil de beğendiklerimi yazdığım, not tuttuğum filan, günlüğe benzeyen tek şeyim oydu sanırım. Bu blog sanki o defterden daha bir günlük gibi benim için,zamana not düşebileceğim bir yer gibi. Ama günlük deyince daha da özel bir şey geliyor benim aklıma, blogların o kadar özel bilgiyi ve anıyı barındırmadığını düşünüyorum.

2. Blog yazarlığı ebeveynlik tarzınızı etkiliyor mu? Nasıl?

Blog yazdığım ve okuduğum için normalde olacağımdan daha farklı bir ebeveyn olduğumu düşünmüyorum. Ama yazmak ve okumak , özellikle de sizinle aynı şeyle 'annelikle' meşgul olanların bloglarını okumak çok farklı bakış açıları kazandırıyor insana, benzerlikleri görmek, aynı sorunlara uygulanan farklı çözümlere ulaşmak, siz de aynı sorunla yüzyüze geldiğinizde ampullerin yanmasına neden olabiliyor :) 

3. Anne-baba-çocuk blogları blog dünyasını etkiliyor mu? Nasıl?

Anne-baba-çocuk bloglarının oldukça kalabalık bir gruba hitap ettiğini, kendi içinde çok anlamlı sosyal paylaşımlar yaptığını düşünüyorum. Ama blog dünyasının geneline etkisi çok yoktur sanırım..

4. Cocuk büyütmekle ilgili olarak, bloglar olmasaydı kesinlikle farklı davranırdım dediğiniz bir şey var mı?

Zormuş bu soru :) Daha önce de yazdığım gibi okuduklarımdan kalan tortular mutlaka yön veriyor davranışlarıma, en azından küçük notlar olarak bir yerlerde kalıyor ama farklı yapardım diyeceğim bir örnek bulamadım şimdi..
5. Anne-Baba olmak meslek mi yoksa üstlendiğimiz toplumsal rollerden biri mi?

Bu bir rol bence. Çok da içselleştirilen rol üstelik. Anne - baba olarak doğmuyoruz ama anne baba olduktan sonra da daha öncesi yokmuş gibi, sanki hep bu sıfatlara sahipmiş gibi hissediyoruz. Canla başla ve en önemlisi de doğaçlama olarak oynadığımız en zor ama en güzel rol..

6. Anne-baba-çocuk blogları, babaları nasıl etkiliyor?

Bizim babamız üçümüzün birlikte yaşadığı şeyleri bile bazen okuyarak takip ediyor :) Başka blogları da link verirsem, bak böyle de bir fikir var, boyle de bir örnek var, yada ne de güzel yazmış gibi yorumlarla gidersem okuyup dikkate alıyor. Şimdi bunu da okuyup yok ben aslında blog takipçisiyim der mi bilemem :)

7. Bloglar yoluyla gerçekleşen bilgi ve deneyim aktarımı büyükanne-büyükbabaların bilgi ve deneyimini değersizleştiriyor mu?

Ben bir anne olarak annelerimizin eksikliğini çok hissediyorum. Belki çok yakınımda olsalar farklı düşünürdüm ama zorlandığım anlarda bizi tanıyan ve güvendiğim birilerinin fikirlerine hala ihtiyaç duyuyorum. Çocuk büyütmek her ne kadar son sözün sizde olduğu, başka bloglardan da öğrenseniz, annenizden de öğrenseniz son kararı sizin verdiğiniz, iç güdülerinizin çok önemli olduğu bir olay. Bloglar güncel trendleri daha kolay yakalarken, bazı anlarda eskilerin öğütleri de yol gösterici olabiliyor.

8. Anne-baba-çocuk blogları sözkonusu olduğunda, blog yazmayı daha ne kadar sürdürmeyi düşünüyorsunuz?

Şimdilik hayatımızın tam ortasında ve odağında çocuğumuz olduğu için blog da onun blogu gibi oluyor ama aslında sadece kendim için yazmaya başladım, bir deşarj mekanı, aynı zamanda paylaşma ve aynı zamanda da unutmamak için not tuttuğum bir alan olarak görüyorum. Çok hakkını vererek de yapamıyorum aslında blog yazma işini. Daha fazla ciddiyet daha fazla çaba gerektiriyor. Yine de çocuğumla ilgili olsun olmasın, yazacak şeylerim olduğu sürece devam eder gibi geliyor.

9. Yazdığınız blog kapansa ya da kapatılsa bloglar yoluyla kurduğunuz sosyal ilişkiler devam eder mi?

Blog olmasa da devam edecek arkadaşlıklarım var, blog bizimle aynı paralelde olan diğer insanlara ulaşmayı sağlayan kolaylaştıran bir araç oluyor, kurulan ilişkilerin kolay kolay biteceğini sanmıyorum.

Şimdi de sanırım benim de birisine sobe demem gerekiyor. Mlke-Btkn ve Alyamaya'nın Esra'sı kabul ederseniz benim sobem de size geliyor. Cevapları da annebabacocukbloglari@gmail.com adresine gönderirsek çalışmaya katkıda bulunabilirmişiz.

19 Kasım 2010 Cuma

Gezme tozma hakkımız 3 günmüş, şimdi evde yayılma zamanı

Atina' dan döndüğümün ertesi günü apar topar hazırlanıp yola çıktık, çook zamandır beklenen uzun bayram tatili bizi annelere götürecekti. Öyle yorgun öyle halsizdim ki tek isteğim Arda babane ve dedeyle coşarken az biraz uyuyabilmekti..
Cumartesi-Pazar- Pazartesi.. Bu kadarmış bana tatil..
Pazartesi akşamı Arda ateşlendi. Çok durmadım üzerinde malum burun tıkanınca arkasından ateş gelebiliyor bizde. E okullu da oldu artık, kapmıştır bir şey normaldir, şimdiye kadar nasıl atlattıysak bu da geçer gider hem ohh babane var,dede var, baba var, eee ben de varım çok zorlanmadan geçiririz dedim içimden.
Arda ateşlendiğinde yükseliyor ateşi, öğrendik artık, bir tepe noktası yapıyor, sonra biraz sabırla düşüyor ama bu dereceleri pek görmemiştik.
Bu sefer bir anda 39,5 u gördük, ilk gece öyle geçti. 39 a anca düştü, daha da inmedi.
Salı günü akşamına kadar da 39- 39,5 arasında dolandı durdu. Salı akşamı doktorunu aradım çünkü 39,5 u görünce artık kendi de rahatsız olup ağlamaya başlıyordu. Eğer titremiyorsa ve ağlamıyorsa düşürmeyin ateşini ama madem ağlıyor o zaman önce mekanik yollarla olmazsa ilaçla düşürebilirsiniz dedi. Duş, ıslak mendiller hiç biri kar etmedi. Ateş düşürücü anca 38,5 a düşürdü daha da öteye gidemedi.
Çarşamba akşamına kadar aynı seyirle devam edince, Perşembe günü bir doktora gözükün beni arayın dedi doktorumuz. Gelin görün ki bayram günü Karabük' te doktor bulmak mümkün değil, hastanenin telefonun açılmaması da ayrı bir ilginçlikti.
Perşembe sabahı çabucak toparlanıp İstanbul' a yola çıktık. Normalde 3 gün müdahelesiz bir şekilde ateşe göğüs gererken, oldukça sakin ve rahat olan doktorumuzun istanbul dışındayım siz bir doktora gözükün ve beni arayın demesi bizi de tedirgin etmişti.
Perşembe akşam üstü doktor kontrolüne girerken ateş ilaçsız müdahelesiz 38'e düşmüştü. Yine de boğazının görüntüsünden huylanan doktor amca boğaz kültürü istedi, kültür sonucu Pazartesi çıkacak ama bir gün daha ateş düşmezse bu antibiyotiği kullanma hakında telefonlaşalım dedi.
Kendi doktorumuz, yine aynı akşam, strep test yapan bir yer bulun, bir günde sonuç alır pazartesiyi beklemeyiz dedi. Dedi demesine ama 2,5 gün hepimizi hayalete döndüren o ateş o akşam düştü ve bir daha da çıkmadı..Bu arada koskoca İstanbul'da laboratuarların bayram boyunca kapalı olduğunu biliyor muydunuz?
Sonuç evimizdeyiz, Pazartesi Salı ve Çarşamba günlerinde gün ve gece boyu yatağa yatmayı reddedip kucağımda uyuyan Arda, zaten benim enerjimi alıp götürmüştü. Ateşin düşmesi ile kucak sendromu yerini yalandan ağlamalara, ağlayacak ve itiraz edecek bir şey bulamayınca bulana kadar cozurdama sendromuna bıraktı. Klasik hastalık sonrası huy değiştiren çocuk görüntüsü çizmekte beyimiz..
Şikayetçi değilim, yoruldum, yorulduk ve hatta babane dede dahil bittik diyebilirim..Benim oturmaktan popom düzleşti 3 gün boyunca, Çağlar bana eşlik etmeye çalışmaktan bitik, babane dede ise üzüntüden ve bizi anlayamamaktan yorgun.
Ama bir kere daha test ederek gördük ki ateş delirse de 3 gün beklemek gerekiyormuş, etrafta hala antibiyotik vermeden önce boğaz kültürü yapan doktorlar varmış, çocuğumun hastalandığına değil huyunun değiştiğine yanarım diyen atalarımız ne de doğru demiş..

Hiç görmediğim bir miniği özlüyorum

Bu taze fasulye büyüdü, tosun gibi bir tospa oldu da doğdu bile..
2 gün oldu doğalı aslında ama ne yalan söyleyeyim, aklım daha çok annesindeydi ya elim gitmedi, not düşemedim doğduğunu.
Halbuki yüzünü, bakışını,elini, ayağını her halini öyle merak ediyorum ki, hayaller kuruyorum, tahminlerde bulunuyorum.İçim içimi yiyor, mesafeler kısalsa diyorum, kuş olup uçsam, yanıbaşında duruversem diye rüyalarını görüyorum.
Ama bunca kalp çarpıntısına, meraka, sevince rağmen annesinin sesini dolu dolu duyana kadar, her zamanki o neşeli tınısını işitene kadar, yazamadım, hoşgeldin kuzucum diyemedim. Bugün babasının 'yoldayım geri arıyorum sizi, çok iyiyiz 'diye kapattığı telefon, yetmişti içimi rahatlatmaya . Sonra canımın da sesi iyi gelince, o alıştığım gülücük dolu tonlama geri dönünce,,:)
Çok şükür iyiler, çok şükür keyifleri yerinde ve çok şükür sağlıkla kucakladılar miniklerini..
Hoşgeldin kuzucum, bu kocaman dünyaya cin gibi bakan gözlerinle hoş geldin.. Bahtın açık, ömrün uzun olsun, mutluluk hep seninle olsun.
Gelişinle ne çok şey öğrendim kendime dair, şimdi artık seni bilmek, görmek, koklamak istiyorum :)

10 Kasım 2010 Çarşamba

Yolculuk, Atatürk ve Sirenler

Zaten huzursuzum,
Hepi topu bir buçuk saat sürecek bir yolculuk ve bir gececik sürecek ayrılık hepsi bu da işte, bin tane şeyi ayarlıyorsun ya "anne" evden gidecekse eğer,,
Zaten dolmuş kafamın içi milyon tane ıvır zıvırla,,
Kapıda vedalaştık oğlumla, kocişle..Arda' yı da babası bırakınca okula saate bir baktım normalden daha erken yoldayım, umarım 09.05' te şirkette olurum diye içimden geçirdim, rahatça saygı duyabilmek için, sirenin sesi uzakta kaybolana kadar öylece , bir dakikacık da olsa anabilmek için..
Nitekim geçen sene saat 9.05' te yol durmadığı gibi , kornalar sirene eşlik etmek yerine durmaya çalışanlara çalmıştı :(
Bu sabah da manzara çok farklı olmadı ne yazık..
Arka canıma minicik bir Atatürk resmi yapıştırmış bir arabayı sağa sıkıştırıp korna ile taciz eden bir kartal, kendisi ile birlikte beni ve bir sürü arabayı tehlikeye attı, nasıl bir düşmanlık, nasıl bir cehalettir , anlayan var mıdır acaba?
Ben anlayamıyorum,
Atatürk ölmedi, yüreğimde yaşıyor diye şimdilik anlamadan şarkı söyleyen çocuklara, ileride, yüreğinde Atatük' e yer olmayanlarla bir arada yaşadığımızı nasıl anlatacağım (z)?
Sanırım bütün bu düşünceler anne olduktan sonra yüz üstüne çıkıyor insanın kafasında..
Cevapları bilmediğim gibi bir de çaresiz hissediyorum..
Daha mutlu, daha umutlu olduğum bir gün , cevaplara dair de bir kaç cümlem olur belki,, Ama bugün değil,,

Paylaş

8 Kasım 2010 Pazartesi

Buğdaysız Yaşamak

Yaklaşık 10 ay önce, Arda' nın bitmek bilmez burun tıkanıklıklarına çare ararken, burnunun buğday yüzünden tıkandığını öğrendik.  Çare buğdaysız beslenmekti , iyi hoş da ne çok şeyin içinde varmış bu buğday..
Ekmek hallettiğimiz en kolay kalemdi, zaten çok da ekmek yemiyordu Arda, evde çavdar,yulaf unu ve mısır unu ile yaptık hala da yapıyoruz. İyi mısır unu , saf yulaf unu bulma çabaları ise bence başlı başına bir konu , hiç girmiyorum o detaya şimdilik..
Ama ekmekle bitecek gibi değildi. Makarna, bulgur, akla gelebilecek her türlü hamur işi, biskuvi, şehriye, erişte, kuskus, irmik bunların hepsini diyetten çıkarmak gerekti ve Arda evde iken herşey çok daha kolaydı.
Zaten sebze meyve ağırlıklı beslenen bir çocuktu, Öğünlerimizin yanında makarna pilav pek olmuyordu. Kek, börek yemese de olurdu, bisküvi çikolata da öyle ama gelin görün ki Arda yuvaya başlayınca işler değişti.
Aylık yemek listesini önümüze alıp, yiyip yiyemeyeceklerini çıkarmak, yiyemeyeceği kalemlerin yerine , ona uygun olanlarını yapıp göndermek gibi bir durum oluştu.
Hadi bunu da yemesin diyemiyoruz, çünkü yemekle arası çok iyi, gördüğünü istiyor, hal böyle olunca okulda biri yesin biri baksın olmuyor.
Nitekim zorluklar insanı yaratıcı yapıyor.
Bulgur pilavının yerine koyabileceğim bir şey olmadığından bol domatesli pilavla işe başladım. Erişte çıktığı günlerde baktık ki yerine hiç bir şey bulamıyoruz, babanenin önüne koyduk %100 çavdar unlarını, bir erişte deneyiver dedik ki şahane erişteler çıktı ortaya ve hatta mantılar.
Makarna da zor kalemlerden biriydi. Glutensiz ürünleri vermek istemedik, çünkü biz çölyak değildik ve bu ürünler çocuğa verilir mi bilemedik. Aradık taradık %100 mısır unu ve su dan olusan bir makarnaya sonunda ulaştık.
Asıl problem ikindi öğünlerinde karşımıza çıktı, ayın 15 günü meyve , yoğurt yada Arda' nın yiyebileceği ara öğün çıkıyorsa, geri kalan günlerde kurabiye, kek, börek, helva gibi yiyecekler çıkıyordu.
Şimdilik mısır unu, yulaf unu ve çavdar unu kullanarak kek ve kurabiye yapmayı başarmış durumdayım, hatta doğumgününde Arda yiyebilsin diye yaptığım mısır unlu kurabiyelerden bugün piramit pasta yapıp gönderdim, gururluyum :))
Çözemediğim börek, irmikli yiyecekler ve hemen hemen iki ayda bir çıkan pizza oldu ki allahtan alerjimiz o kadar yoğun değil, yani ara kaçamakları tolere edebiliyoruz.
Yine de zormuş buğdaysız yaşamak, yaptıklarımız mucizevi yaratıcılıklar olmasa da, mutfakta harikalar yaratan biri olamadığımdan, benim ölçülerimde kendi kendime sevinmeme yetiyor.
Şimdi başka bir nokta daha var çözümlemem gereken, evde şimdiye kadar makarna kek, çörek , börek yemeyen oğlumun hafiften çıkmaya başlayan göbeği ..
Bu sabah tabağına koyulandan fazlasını istese de vermeyin diyerek, sanırım anaokulunun tarihinde bir ilk oldum. Suratıma deli bu kadın der gibi baktılar bir kaç saniye için,,

Paylaş

07.11.2010

İki sene önce bugün, hastane odası ile küvezlerin bulunduğu bebek yoğun bakım arasında mekik dokuyordum. Bir gün önce doğum yapan ben değildim, ne dikişlerimin acısı, ne karnımın içindeki gaz kütlesi umrumdaydı, hissetmiyordum da aslında.
Sonraki bir sene boyunca elim kolum kadar özümsediğim süt sağma makinesi ile tanışalı anca 24 saat olmuştu ama hemşirenin makineyi getirmesini dört gözle bekleyip, bir kaç damla anne sütünü küveze taşıyordum. O anda elimdeki tek güç buydu..
Bugün ise dünden beri ağzından düşmeyen ' iyi ki dooodun' şarkısını dinleyip, 'itii yasındayım' diye kabarmanı izliyor, bitmek bilmez sorularına cevap vermeye çalışıyorum. Gece uykusuna yatman için ailece tiyatro oynamamız gerekiyor her akşam,,
Ve yapmayalım, etmeyelim, kendim yapacağım krizlerinde derin nefesler alıyorum, hatta bazen ortamdan uzaklaşıyorum ve ne yazık ki 'sadece ve sadece'  kendi kendine yutkunabildiğin için ne kadar çok sevindiğimi unutuyorum..
İyi ki doğdun oğluşum, nice nice mutlu, sağlıklı yaşların olsun..

5 Kasım 2010 Cuma

Hav hav aldı götürdü, geri de getirmedi:(

Seneler önce ilk defa yurtdışına çıktığımda getirdiğim bir peluş köpek vardı. Bir sürü peluş oyuncağım vardı aslında da işte bu köpekçik pek çirkin olmasına rağmen pek yumuşacıktı.O yüzden mi almıştım onu da çok hatırlamıyorum ama buraya kadar taşıdığımı çok iyi hatırlıyorum.Yıllardır öylece durdu, arada yıkandı temizlendi sonra yine oturdu diğerlerinin arasında. Sonra birden değer kazandı, Arda' nın favorileri arasına girdi, adını da Yumuş koyduk. El arabasında gezdiriyor, uyutuyor, onunla gezmeye parka gidiyor, bayağı bir oynuyordu.
Bu sabah evden çıkarken " Numuş' u da dötüyelim otula" deyince , onu da aldık yanımıza. Yolda bir sürü plan yaptık, Yumuş' u kimlerle tanıştıracak okulda, öğlen uyurken Yumuş da uyur belki Arda ile diye. Okulun önüne park edip arabadan inerken gözüme çarpan yavru köpeği gösterdim Arda' ya. Pek anlamam köpek cinslerinden , beyaz, minik, tasmalı, tertemiz bir şey. Belli ki sahipli, insana alışık, gelene gidene selam veriyor :)
Bizim de yanımıza geldi, sevelim, okşayalım derkeeeen, Arda' nın elinden Yumuş' u kaptığı gibi gitti köpekçik!
Ben da şaşırdım ama Arda benden daha çok şaşırdı. Deyi detiirsin Numuş' u diye yüzüme bakışı gitmiyor gözümün önünden..
Köpek kaçtı gitti. Biz okul kapısına geldik, bir süre öğretmenine hav hav ın Yumuş' u götürdüğünü söyledi , geri getirsin dedi, öğretmeni teselli etti biraz, oyun yapmış sana köpekçik, belki getirir geri arada kapıya çıkar bakarız , diyerek.
Ağlamadı, korkmadı ama çoook şaşırdı.
Bayağı dolandım ben oralarda, bahçe kapılarından içeri baktım, belki bir yere atmıştır diye bakındım ama köpek de pek sevmiş olmalı ki Yumuş' u almış götürmüştü evine..Malım çok kıymetli değildir benim, gidenin kırılanın kaybolanın arkasından çok üzülmem, takılmam, Arda da benim gibi, kendine ait olan şeyleri bilmekle birlikte, kayboldu, kırıldı diye çok da üzülmüyor ama bu sefer içinin gittiğini hissettim :(
Pazar günü doğumgünü oğlumun, yeni bir Yumuş bulmak farz oldu bana :) Yumuş' u da o köpekçiğe hediye ettiğimizi söylemek belkii, bilmem ki..

Paylaş

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails