27 Eylül 2012 Perşembe

Horhor Çeşmesi

Okul başladı, sonbahar geldi ve kaçınılmaz olarak evdeki cücenin horhor çeşmesi akmaya başladı.
Küçüklüğümdem böyle bir deyiş hatırlıyorum. Burunlarımız için hor hor çeşmesi derdi biri.. Ama kim? Anneannem mi? Babaannem mi? Onu hatırlamıyorum işte.
Bazı anlarda Arda soruyor, anne/ baba sen küçükken ne yapardın diye. Hani aslında içinde bulunduğu durumdan çıkış arıyor o anda. Anne ne yaparmış acaba çocuk olsa?
Ah çocuğum anne hatırlıyor mu o kadar detayı acaba?
O anda annelik halleri devreye giriyor, hemen nasıl olması gerektiğini, ne yapması gerektiğini kendi çocukluğum üzerinden anlatırken yakalıyorum kendimi.
Sonra baktım yok, bu tatmin etmiyor onu. Aslında aradığı cevap, o yapamadığı şeyi benim de çocukken yapamıyor olduğumu bilmek..
Ters döndürdüm oyunu: Ben de bağlayamazdım bağcıklarımı biliyor musun? Hatta bir keresinde üstüne bakıp yuvarlandım bile.. diyerek, azcık komik, azcık sakar hikayeler anlattım. Yarısı gerçek,yarısı ise hayal.. Gerçekten de çok becerikli bir çocuk sayılmazdım. İp atlarken 4'leri yapamazdım mesela. Asla bacaklarımı o kadar yukarıya çekip zıplayamazdım. Melike diye bir arkadaşım vardı, benim yerime hep o oynardı 4'leri..
Bağcığıma basıp merdivenlerden yuvarlanmışlığım ve bunu evdekilere hiç söylememişliğim var mesela.   Düşününce ne tehlikeli aslında..
Ve işe yaradı bu taktik.. Nedense bir hırs, bir çaba geliyor o zaman üzerine. Annem / babam da yapamıyormuş çocukken, ben de yapamıyordum ama bak denedim denedim yaptım sonunda! cümleleri duyulmaya başlandı yavaş yavaş..
Ne ilginç aslında, tek istedikleri anlaşılmak, çoğu zaman onaylanmak.. Herkes gibi olduğunu bilmek, üzüntüsünün, heyecanının, korkusunun normal olduğunu hissetmek.. Biz de hala taktik, tavsiye, telkin vereduralım.
Ne için? Bir kulağından girip, ötekisinden çıkması için..
Horhor çeşmesini azıcık viks mahareti ile açtık, öğle uykusunu uyumayan bir çocuğun yorgunluğu ile uykuya gitti cüce.
Yeni hedef tek ayak üzerinde zıplamak..
Babanın tek ayak üzerinde zıplayamadığı bir zaman dilimi varmış desem o bile inanmaz, o yüzden annenin tek ayakla zıplayamadığı bir sek sek hikayesi yakında kapıyı çalar bizim evde :)

FaceBook ta paylaş

18 Eylül 2012 Salı

Tutkularını tutkuyla sev çocuğum!

İnsanın vazgeçemediği, herşeye tercih edebildiği, yaparken, izlerken, dahil olurken keyfin doruklarında dolaştığı bir tutkusu varsa, aslında hayatı boyunca sıkılmayacağı, boşluklarını keyifle dolduracağı, ruhunu besleyeceği bir uğraşı da olmuş oluyor.
Benim yok mesela..
Hobiler, tercihler, sevdiklerim ve sevmediklerim konusunda hep geçişken, kaygan zeminler üzerinde dolaşırım..Yapmak istediklerim pek çoktur da hakkıyla yapabildiklerim pek az..
O yüzden Çağlar' ın hoşuna gidenlerin peşinden gitmesini, zaman ve enerji harcamasını, bundan keyif alabilmek uğruna vakit yaratmaya çalışmasını hep takdir ettim. O da benim kendime bir uğraş bulamayışımdan, yapmak istediklerimi ertelememden, önceliklerim arasında katmamamdan hep yakındı.
O yüzden 18 aylıktan beri Arda' nın vazgeçemediği müzik ve tınıları, bazen bana fenalık gelse bile desteklemek, ona doğru seçimleri yaparak sunmak adına anne - baba olarak çok çaba harcadık. Hala da harcıyoruz.
Kendisinin müzik sevgisinin çalan müzikte dansetmek, yada duyduğu melodiyi hatırlayıp mırıldanmaktan öte olduğunu anlayıp, kabul edip, destek vermemiz biraz zaman aldı.
Şimdi 4 yaşına 2 ay kala artık bizim anlamak için çaba göstermemiz gerekmiyor, o seçimleri ile karşımıza geliyor.
Birşey dinlerken, dinlediğini içinde hissediyor..Beden hareketleri konusunda o kadar beceriksiz ki, ritme uygun dans etmesi zaten mümkün değil, ama elleri, ayakları, parmakları ile tuttuğu ritmler, kendisine bizden geçmiş genler değil onu biliyoruz. Bu çok da kelimelerle anlatabileceğim bir şey değil. Gözlerinin içi gülüyor, kalp atışları hızlanıyor. Müzikle ilgili ne yapıyor olursa olsun, hali tavrı duruşu dikkati değişiyor.
Yaşı 4 olmamış bir çocuğun 45 dakika boyunca Vivaldi' nin Dört Mevsim Konçerto'sunu kesintisiz dinlemesi, çalan kemanları ayırd etmesi, geçişlerini farketmesi bizi bir yandan da korkutuyor.
Birsürü parça dinlettiğinizde arasından seçimi hep klasik müzik yönünde oluyor. Ama diğer yandan okulun etkisi ile şimdilerde yavaş yavaş ağzından popüler kültür mırıldanmaları da çıkıyor.
Bu ilgisinin takıntı halinde olmadığına, ve aynı zamanda gelip geçici de olmadığına ikna olduk. Sevdiği ve bir süre sürekli oynadığı ama sonra unuttuğu bir oyuncak gibi değil. Oyunlarının arasında serpiştirdiği bir etkinlik gibi, günde bir iki sefer duymak istedikleri ile kulaklarını buluşturduğunda mutlu olduğu bir şey gibi. Değişik yani..
Uyuyamadığında birşey dinlemek istemesi mesela..Kendine iyi geleni bilmesi ne garip..
Uyuyamayınca kitap okumak, tvyi açmak gibi belki..Bende olmayan, babada olmayan garip bir şey.. Rastladığımız her dinletinin sonuna kadar kalmamızı gerektiren, bilmediğimiz türlü müzik aletini bize öğreten bir merak..
Yazıyorum, çünkü ne kadar süreceğini ve sonunun gelip gelmeyeceğini merak ediyorum. Tutku ile sevdiği bir şey olmasından ve ayrıca bunun müzik olmasından memnun olmakla birlikte, hayatı boyunca kendisine bıkkınlık getirmeyecek ölçüde ilgilenebilecek mi, yoksa annesi gibi ayran gönüllü mü olacak, onu merak ediyorum.
Music Together' ın Arda' nın ritm duygusuna katkısını konuşmama bile gerek yok. Onun Yapıncak aşkını, Yapıncak' ın yaptığı her derste kendinden geçmesini filan bunları müziğe değil de bu hayattaki ilk öğretmeninin Yapıncak olmasına bağlasam bile, Yapıncak'sız ve Music Together' sız ortamlarda da gözlerinin parladığı çok melodiye şahit oluyoruz.
İşte bu yüzden, doğru desteği verebilecek miyiz, güzel bir müzik zevki geliştirmesini sağlayabilecek miyiz soruları kafamda devamlı dönmekte.
Kendisinden, hele ki şu yaşta, ileride müzisyen olmasını, bir enstrüman çalmasını bekleyen, hatta bunun hayalini kuran bile yok. Tek isteğim, bu kadar sevdiği bir uğraştan kalbini soğutmadan,ilgisini söndürmeden, doğru adımlarla onu büyütebilmek. Ama işte kendim bu konuda çok dirayetsiz ve beceriksiz olduğumdan bu süreçte Arda'dan çok kendimden şüphe duyuyorum.
Kimbilir belki o da ben de hakkını veririz bu işin..

FaceBook ta paylaş

15 Eylül 2012 Cumartesi

Üstümüzden bir Londra geçti..

Sanırım biz de elimizde bir sıpa ile Londra' nın üzerinden geçmeyi başardık..
Dün sabaha karşı İstanbul' a vardığımızda, aklımda kalan yeşil, yemyeşil parklar bir de akın akın hiç durmadan hareket eden insan topluluğuydu..
Çok yol yürüdük, şanslıydık hiç yağmur görmedik, zaman zaman kalabalık ve şehrin hiç durmayan döngüsünün bizi yorduğunu hissetsek de, çimen keyifleri yaptık, sessiz köşeleri bulduk dinlendik..
Bu şehirde turist olmak diye birşey yokmuş gibi geldi bize. Şehir yaşıyor, insanlar akıyor ve siz hiç bir şey bilmeseniz de mecburen o akışa ayak uydurup devam etmek zorunda kalıyorsunuz. Bir de Londra bitmiyor. Şimdi gideceğimiz yer sakin olabilir, merkezden uzak demek çok anlamsız. Benim anladığım yerleşim yerleri haricinde her yer kalabalık ve her an hareket var. Bir metropolden diğer bir metrolopole gidip yine de bu kadar afallayacağımı hiç düşünmemiştim açıkçası.
Diyorum ya üstümüzden bir Londra geçti gerçekten de..
Sevdim mi?
Bilemedim. Görümüş olmaktan memnun olduğum ama içinde olmak ister miyim bilemediğim bir şehir oldu benim için. Yine de sanırım elimde çocukla dolaşmama rağmen, aklımda çok fazla kare kalmış olması etkilenmiş olduğum anlamına geliyor.






Londra gezisinin Arda ayağı ise tahminimden çok daha az yorucuydu.
Uçaktan indiğimiz gecenin sabahında Arda' nın karnım ağrıyor, midem bulanıyor, ayaklarım ağrıyor diye uyanması bir anda bizi küçük bir paniğe sürüklese de, kısa süre içinde bir puset sahibi olup küçük beyi rahata erdirdikten sonra paniğimiz geçti. Zaten kendisinin anlamsız ağrı ve hafif ateş hali akşam saatlerinde geçip gitti ve ertesi sabaha zımba gibi kalktı. Ama lütfen hakkını yemeyelim, o hafif ateş giderken son anda Londra metrosunu ağlamaları ile bir miktar titretti:)
Ve şans bu ya o ağlama seansı anında Biranda-Deniz- Mert üçlüsü dibimizde bitti. Tabii ki birbirimizden haberli :) ama farklı gezi rotaları ile ayrı ayrı gittiğimiz Londra' da bir ağlama krizinin ortasında karşılaşmak Arda' yı susturdu! :)
Ertesi sabah uyandığında gördüğünün rüya olduğundan emin olamamış bir çocuk vardı: ' Anne Biranda'lar da mı Londra' ya gelmişler? Ama ben onları uçakta görmedim ki!' Çünkü tek uçak O' nun bindiği ne de olsa :)
 Ağlama krizinden önce ateşin toprağa bırakıldığı anlar.. Baba da ayakkabılı duramaz, yasak!
 Parkta kitap molası, morale de iyi gelir :)
 Ve ertesi sabah uyanan cin! 
 İlk iş anneyi yalvar yakar sarayın bahçesindeki askerlere götürür vee demirlere tırmanır.. O askerlerin uğruna sıcak havada 5 gün boyunca yağmur botları ile gezmesi de cabası..
 National Gallery bahçesi.. Ben sana dayandım burayı gezdim sen de bana dayan, şimdi  oyun zamanı anne demenin bir başka yolu bu poz..
 Natural History Museum.. Bir çocuk için göz döndürücü..
 Natural History Museum

                                                                                Sabahlarımızı kurtaran kitaplar, legolar ve playmobiller.. 

 Hamleys.. Oyuncakçı sevmeyen çocuk var mı? Yok değil mi?


İki günü Londra sokaklarında Çağlar olmadan Arda ile başbaşa geçirdik. Başta biraz gözüm korkmadı değil ama allahı var hiç sorun çıkarmadı sıpa..Benimle uzun kahve molaları verdi, bazı binaları çok 'iştişamlı' buldu mesela.. Parkları ise çok büyük ve boş. Gözü hep çocuk parkı aradı, bulamayınca boş boş koşmanın da keyifli olabileceğine karar verdi sanırım.
Tamamını olmasa da National Gallery' i bayağı bir dolaştı. Van Gogh' un Ayçiçekleri ve Monet' nin Sihirli Bahçesi haricindeki tabloların sadece boyutları ile ilgilenmesi en azından çaba gösterdiğinin kanıtıydı :)
Saat farkından doğan sabah erken uyanma boşluklarını lego ve playmobiller doldurdu ki, bu oyuncaklara duacıyım :)
Yalnız geçirdiğimiz ilk günün sonlarına doğru evvelsi günün ateşi ile pek bir şey anlamadığı dev oyuncakçıyı doya doya gezmesi için serbest bıraktım kendisini. İçeride kaç saat geçirdik bilmiyorum ama akşam Çağlar bizi oradan topladı, o kadar diyeyim.
Uzunca bir süredir dagıl dugul uyduruk bir lisanda konuşup, ben ingilizce konuştum şimdi diye açıklamalar yapıyordu. Londra ise ufkunu açtı. Asansörde yolda mağazalarda heryerde gördüğü herkese kendinden emin bir şekilde adını söyleyip gerisini dagıl dugul uydurdu. Biz Arda' nın suratına anlamsız ama gülerek bakan herkese 'ingilizce konuştuğunu sanıyor ehehe kusura bakmayın' mealinde açıklamalar yapmak zorunda kaldık.
Müzeleri biraz itiraz biraz ilgi ile gezdi. Baktım mesela Science Museum' da hiç doğru dürüst fotoğraf çekmemişiz. Çünkü Arda müze içinde koşmayı tercih etti uzunca bir süre.
Herşeye rağmen, ağlamasız (metroda yankılanan böğürdemeleri saymıyorum ), mızmızlanmasız, saçma saatlerdeki uçak yolculuklarını başarı ile tolere ederek, gezenti olduğunu bir kere daha kanıtladı bu adam.
Yorulmuşuz..gezme yorgunu nasıl oluyorsa öyle artık..
Şimdi tam zamanlı çalışmaya ve okula dönme zamanı ve hatta ayağımızın tozuyla döndük bile. Bugün İyi Cüceler de dolup taşan bir Okula Merhaba partisi vardı. Evde bavullar boşalmayı bekleyedursun, biz çoktan full- time mesai yapıp günü bitirdik bile.. Güzel haberler, güzel resimler var o tarafta da. Durmazsam hepsini yazacağım, o yüzden onlar da başka posta deyip kendimi durduruyorum.

FaceBook ta paylaş

7 Eylül 2012 Cuma

Yaya A(l)t Geçidi

Bilmediğim ne çok trafik işareti varmış meğerse.. Cüce sorunca mecbur öğreniyorum tek tek hepsini. Arabalarla oynamaz, kamyon vs sevmez, araçlarla ilgisi olmaz ama trafik işaretleri başka..Heralde bir dönemde çocukların hepsi yol kenarındaki kocaman tabelaları haklı olarak merak ediyorlar.
Bizdeki favoriler bunlar:


Yaya kelimesine, neden farklı farklı yaya geçidi işaretleri olduğuna sık sık kafa yoruyor bu ara.. Geçen akşam Yaya Alt Geçidi işareti ile tanıştı. Ancak tanışmanın pek doğru ilerlemediğini arka arkaya gelen sorulardan farkettik.
Neden üzerinde adam var, neden merdivenlerden iniyor, aşağıda ne var diyerek ortada bir karışıklık olduğunun sinyalini verdi. Ben de yayanın ne demek olduğunu bilen bir çocuğun alt geçidi defalarca tarif etmeme rağmen anlayamamasını anlayamıyordum.
Bir süre sonra oturduğumuz yerden arabamıza yürürken cevap geldi:
-Anne ben anladım adam neden aşağı iniyor.
-Neden annecim?
-Atlar var orda ya onların yanına gidiyor!! Atlar ordan geçiyor ama biz göremiyoruz da sevemiyoruz da geçerken!
Alt kelimesini At olarak anladığını farkedince bizden daha çok gülüp eğlendi bu duruma. Yine de onca süre boyunca o işaretle atları bağdaştırmak için kafasında neler neler kurmuş olabileceğini düşündükçe benim azıcık içim eziliyor.
Çocuk olmak bazen cidden zor :)


FaceBook ta paylaş

3 Eylül 2012 Pazartesi

...

Yazın son ayının nasıl geçtiğini anlamadım. Hele ki son on günün..
Hem bir yerimde duramama hali, hem de üzerime çöken bir sıkıntı ile kıpırdamak istememe hali.. Son bir kaçamak yaptık denize doğru, yetti arttı bile hepimize..
Haftaya babanın eğitimi için Londra. Biz de ana- oğul sokak arşınlayacağız heralde.. Yine dönüp dolaşıp Biranda ile aynı tarihlerde aynı yerde olmayı (ve olmamayı) becerdik.
Üzerimdeki sıkıntının bir nedeni yolculuk onu biliyorum, kendime bundan başka olur olmaz sebepler yaratmamak için yoğun çaba gösteriyorum. Kendimi biliyorum çünkü, bu ruh halinde iken herşeyi büyütebilir, karabasan gibi üzerime çökmesine izin verebilirim..
Farkettim ki ne kadar konuşmazsam o kadar daralıyorum aslında, ve ne kadar çok daralırsam o kadar az konuşuyorum. İçinden çıkılmaz bir döngü haline geliyor en sonunda. Bir yerinden kırıp, en yanımdaki yöremdekine anlatmak gerekiyor, ne olursa, havadan sudan, neye sıkılıp neyin kabusunu görüyorsam artık, o anda ne varsa..
Zaman zaman özeniyorum o yüzden, habire konuşan insanlara.. İçinde hiç birşeyi tutmayıp, sabah yediğinden tut da, okuduğu kitaba, evin halinden, telefonda kiminle konuştuğuna kadar anlatıveren, bir çırpıda dökülüveren insanlara..
Bazen bakıyorum, kafamın içinde bir sürü şey dönüyor, daldan dala atlıyor, ben kendi kendime söyleşiyorum da, dışarı bir çıt çıkmıyor.. İnsan neyse o işte, değişmeye uğraşmak da nafile belki ama bir noktada kendine neyin iyi geleceğini de bulmak gerekiyor.
Bugün cücelerin kapısından giren üniversite arkadaşı ne iyi geldi mesela, öyle sevindim ki..
Böyle gel git haldeyken sabah sabah giden 10 canın haberi ile kötü başladı zaten gün.. Kimin iyi başladı ki zaten değil mi? Üç değil beş değil.. Tıka kulaklarını git, duyma, görme, düşünme.. Oluyor mu öyle? Yapabilen var mı? Kendini olan bitenden soyutlayabilen, benden uzak olsun da ne olursa olsun diyebilen ve içinde en ufak bir korku duymayan? Varsa ne mutlu onlara..
Kısacık bir sohbet ve güneşin açması ile güzel bitirmeye çalıştım günü.. İçimdeki kara bulutları azıcık kışkışlayıp evin yolunu tuttum..Şimdi sıpanın lego kutusunun başında dikilip şimdi ne yapsaak ne yapsaaak diye sesli düşünmesini seyrediyorum, bir de geçirdiğimiz renkli 30 Ağustos' un resimlerime bakıyorum uzun uzun..Ha bir de sıpanın anneden uzakta kendi bayramını kutlamasının resimlerine :)
Hepimizin keyifli günleri ve akşamları olsun, bu sonbahar güzel gelsin gülerek gelsin olmaz mı?




LinkWithin

Related Posts with Thumbnails