Sanırım biz de elimizde bir sıpa ile Londra' nın üzerinden geçmeyi başardık..
Dün sabaha karşı İstanbul' a vardığımızda, aklımda kalan yeşil, yemyeşil parklar bir de akın akın hiç durmadan hareket eden insan topluluğuydu..
Çok yol yürüdük, şanslıydık hiç yağmur görmedik, zaman zaman kalabalık ve şehrin hiç durmayan döngüsünün bizi yorduğunu hissetsek de, çimen keyifleri yaptık, sessiz köşeleri bulduk dinlendik..
Bu şehirde turist olmak diye birşey yokmuş gibi geldi bize. Şehir yaşıyor, insanlar akıyor ve siz hiç bir şey bilmeseniz de mecburen o akışa ayak uydurup devam etmek zorunda kalıyorsunuz. Bir de Londra bitmiyor. Şimdi gideceğimiz yer sakin olabilir, merkezden uzak demek çok anlamsız. Benim anladığım yerleşim yerleri haricinde her yer kalabalık ve her an hareket var. Bir metropolden diğer bir metrolopole gidip yine de bu kadar afallayacağımı hiç düşünmemiştim açıkçası.
Diyorum ya üstümüzden bir Londra geçti gerçekten de..
Sevdim mi?
Bilemedim. Görümüş olmaktan memnun olduğum ama içinde olmak ister miyim bilemediğim bir şehir oldu benim için. Yine de sanırım elimde çocukla dolaşmama rağmen, aklımda çok fazla kare kalmış olması etkilenmiş olduğum anlamına geliyor.
Londra gezisinin Arda ayağı ise tahminimden çok daha az yorucuydu.
Uçaktan indiğimiz gecenin sabahında Arda' nın karnım ağrıyor, midem bulanıyor, ayaklarım ağrıyor diye uyanması bir anda bizi küçük bir paniğe sürüklese de, kısa süre içinde bir puset sahibi olup küçük beyi rahata erdirdikten sonra paniğimiz geçti. Zaten kendisinin anlamsız ağrı ve hafif ateş hali akşam saatlerinde geçip gitti ve ertesi sabaha zımba gibi kalktı. Ama lütfen hakkını yemeyelim, o hafif ateş giderken son anda Londra metrosunu ağlamaları ile bir miktar titretti:)
Ve şans bu ya o ağlama seansı anında Biranda-Deniz- Mert üçlüsü dibimizde bitti. Tabii ki birbirimizden haberli :) ama farklı gezi rotaları ile ayrı ayrı gittiğimiz Londra' da bir ağlama krizinin ortasında karşılaşmak Arda' yı susturdu! :)
Ertesi sabah uyandığında gördüğünün rüya olduğundan emin olamamış bir çocuk vardı: ' Anne Biranda'lar da mı Londra' ya gelmişler? Ama ben onları uçakta görmedim ki!' Çünkü tek uçak O' nun bindiği ne de olsa :)
İki günü Londra sokaklarında Çağlar olmadan Arda ile başbaşa geçirdik. Başta biraz gözüm korkmadı değil ama allahı var hiç sorun çıkarmadı sıpa..Benimle uzun kahve molaları verdi, bazı binaları çok 'iştişamlı' buldu mesela.. Parkları ise çok büyük ve boş. Gözü hep çocuk parkı aradı, bulamayınca boş boş koşmanın da keyifli olabileceğine karar verdi sanırım.
Tamamını olmasa da National Gallery' i bayağı bir dolaştı. Van Gogh' un Ayçiçekleri ve Monet' nin Sihirli Bahçesi haricindeki tabloların sadece boyutları ile ilgilenmesi en azından çaba gösterdiğinin kanıtıydı :)
Saat farkından doğan sabah erken uyanma boşluklarını lego ve playmobiller doldurdu ki, bu oyuncaklara duacıyım :)
Yalnız geçirdiğimiz ilk günün sonlarına doğru evvelsi günün ateşi ile pek bir şey anlamadığı dev oyuncakçıyı doya doya gezmesi için serbest bıraktım kendisini. İçeride kaç saat geçirdik bilmiyorum ama akşam Çağlar bizi oradan topladı, o kadar diyeyim.
Uzunca bir süredir dagıl dugul uyduruk bir lisanda konuşup, ben ingilizce konuştum şimdi diye açıklamalar yapıyordu. Londra ise ufkunu açtı. Asansörde yolda mağazalarda heryerde gördüğü herkese kendinden emin bir şekilde adını söyleyip gerisini dagıl dugul uydurdu. Biz Arda' nın suratına anlamsız ama gülerek bakan herkese 'ingilizce konuştuğunu sanıyor ehehe kusura bakmayın' mealinde açıklamalar yapmak zorunda kaldık.
Müzeleri biraz itiraz biraz ilgi ile gezdi. Baktım mesela Science Museum' da hiç doğru dürüst fotoğraf çekmemişiz. Çünkü Arda müze içinde koşmayı tercih etti uzunca bir süre.
Herşeye rağmen, ağlamasız (metroda yankılanan böğürdemeleri saymıyorum ), mızmızlanmasız, saçma saatlerdeki uçak yolculuklarını başarı ile tolere ederek, gezenti olduğunu bir kere daha kanıtladı bu adam.
Yorulmuşuz..gezme yorgunu nasıl oluyorsa öyle artık..
Şimdi tam zamanlı çalışmaya ve okula dönme zamanı ve hatta ayağımızın tozuyla döndük bile. Bugün İyi Cüceler de dolup taşan bir Okula Merhaba partisi vardı. Evde bavullar boşalmayı bekleyedursun, biz çoktan full- time mesai yapıp günü bitirdik bile.. Güzel haberler, güzel resimler var o tarafta da. Durmazsam hepsini yazacağım, o yüzden onlar da başka posta deyip kendimi durduruyorum.
Dün sabaha karşı İstanbul' a vardığımızda, aklımda kalan yeşil, yemyeşil parklar bir de akın akın hiç durmadan hareket eden insan topluluğuydu..
Çok yol yürüdük, şanslıydık hiç yağmur görmedik, zaman zaman kalabalık ve şehrin hiç durmayan döngüsünün bizi yorduğunu hissetsek de, çimen keyifleri yaptık, sessiz köşeleri bulduk dinlendik..
Bu şehirde turist olmak diye birşey yokmuş gibi geldi bize. Şehir yaşıyor, insanlar akıyor ve siz hiç bir şey bilmeseniz de mecburen o akışa ayak uydurup devam etmek zorunda kalıyorsunuz. Bir de Londra bitmiyor. Şimdi gideceğimiz yer sakin olabilir, merkezden uzak demek çok anlamsız. Benim anladığım yerleşim yerleri haricinde her yer kalabalık ve her an hareket var. Bir metropolden diğer bir metrolopole gidip yine de bu kadar afallayacağımı hiç düşünmemiştim açıkçası.
Diyorum ya üstümüzden bir Londra geçti gerçekten de..
Sevdim mi?
Bilemedim. Görümüş olmaktan memnun olduğum ama içinde olmak ister miyim bilemediğim bir şehir oldu benim için. Yine de sanırım elimde çocukla dolaşmama rağmen, aklımda çok fazla kare kalmış olması etkilenmiş olduğum anlamına geliyor.
Londra gezisinin Arda ayağı ise tahminimden çok daha az yorucuydu.
Uçaktan indiğimiz gecenin sabahında Arda' nın karnım ağrıyor, midem bulanıyor, ayaklarım ağrıyor diye uyanması bir anda bizi küçük bir paniğe sürüklese de, kısa süre içinde bir puset sahibi olup küçük beyi rahata erdirdikten sonra paniğimiz geçti. Zaten kendisinin anlamsız ağrı ve hafif ateş hali akşam saatlerinde geçip gitti ve ertesi sabaha zımba gibi kalktı. Ama lütfen hakkını yemeyelim, o hafif ateş giderken son anda Londra metrosunu ağlamaları ile bir miktar titretti:)
Ve şans bu ya o ağlama seansı anında Biranda-Deniz- Mert üçlüsü dibimizde bitti. Tabii ki birbirimizden haberli :) ama farklı gezi rotaları ile ayrı ayrı gittiğimiz Londra' da bir ağlama krizinin ortasında karşılaşmak Arda' yı susturdu! :)
Ertesi sabah uyandığında gördüğünün rüya olduğundan emin olamamış bir çocuk vardı: ' Anne Biranda'lar da mı Londra' ya gelmişler? Ama ben onları uçakta görmedim ki!' Çünkü tek uçak O' nun bindiği ne de olsa :)
Ağlama krizinden önce ateşin toprağa bırakıldığı anlar.. Baba da ayakkabılı duramaz, yasak!
Parkta kitap molası, morale de iyi gelir :)
Ve ertesi sabah uyanan cin!
İlk iş anneyi yalvar yakar sarayın bahçesindeki askerlere götürür vee demirlere tırmanır.. O askerlerin uğruna sıcak havada 5 gün boyunca yağmur botları ile gezmesi de cabası..
National Gallery bahçesi.. Ben sana dayandım burayı gezdim sen de bana dayan, şimdi oyun zamanı anne demenin bir başka yolu bu poz..
Natural History Museum.. Bir çocuk için göz döndürücü..
Natural History Museum
Sabahlarımızı kurtaran kitaplar, legolar ve playmobiller..
Hamleys.. Oyuncakçı sevmeyen çocuk var mı? Yok değil mi?
İki günü Londra sokaklarında Çağlar olmadan Arda ile başbaşa geçirdik. Başta biraz gözüm korkmadı değil ama allahı var hiç sorun çıkarmadı sıpa..Benimle uzun kahve molaları verdi, bazı binaları çok 'iştişamlı' buldu mesela.. Parkları ise çok büyük ve boş. Gözü hep çocuk parkı aradı, bulamayınca boş boş koşmanın da keyifli olabileceğine karar verdi sanırım.
Tamamını olmasa da National Gallery' i bayağı bir dolaştı. Van Gogh' un Ayçiçekleri ve Monet' nin Sihirli Bahçesi haricindeki tabloların sadece boyutları ile ilgilenmesi en azından çaba gösterdiğinin kanıtıydı :)
Saat farkından doğan sabah erken uyanma boşluklarını lego ve playmobiller doldurdu ki, bu oyuncaklara duacıyım :)
Yalnız geçirdiğimiz ilk günün sonlarına doğru evvelsi günün ateşi ile pek bir şey anlamadığı dev oyuncakçıyı doya doya gezmesi için serbest bıraktım kendisini. İçeride kaç saat geçirdik bilmiyorum ama akşam Çağlar bizi oradan topladı, o kadar diyeyim.
Uzunca bir süredir dagıl dugul uyduruk bir lisanda konuşup, ben ingilizce konuştum şimdi diye açıklamalar yapıyordu. Londra ise ufkunu açtı. Asansörde yolda mağazalarda heryerde gördüğü herkese kendinden emin bir şekilde adını söyleyip gerisini dagıl dugul uydurdu. Biz Arda' nın suratına anlamsız ama gülerek bakan herkese 'ingilizce konuştuğunu sanıyor ehehe kusura bakmayın' mealinde açıklamalar yapmak zorunda kaldık.
Müzeleri biraz itiraz biraz ilgi ile gezdi. Baktım mesela Science Museum' da hiç doğru dürüst fotoğraf çekmemişiz. Çünkü Arda müze içinde koşmayı tercih etti uzunca bir süre.
Herşeye rağmen, ağlamasız (metroda yankılanan böğürdemeleri saymıyorum ), mızmızlanmasız, saçma saatlerdeki uçak yolculuklarını başarı ile tolere ederek, gezenti olduğunu bir kere daha kanıtladı bu adam.
Yorulmuşuz..gezme yorgunu nasıl oluyorsa öyle artık..
Şimdi tam zamanlı çalışmaya ve okula dönme zamanı ve hatta ayağımızın tozuyla döndük bile. Bugün İyi Cüceler de dolup taşan bir Okula Merhaba partisi vardı. Evde bavullar boşalmayı bekleyedursun, biz çoktan full- time mesai yapıp günü bitirdik bile.. Güzel haberler, güzel resimler var o tarafta da. Durmazsam hepsini yazacağım, o yüzden onlar da başka posta deyip kendimi durduruyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder