10 Aralık 2015 Perşembe

Oturduğum yerden birtakım çıkarımlar filan..

Can haftada iki sabah üçer saat bir oyun grubuna katılıyor.  Haftada iki sabah beni sınıfın kapısında bırakıp içeri giriyor, yaşları iki- üç aralığındaki 8-10 çocuk, bir öğretmen ve bir yardımcı öğretmen eşliğinde vakit geçiriyor.
15 dakikalık şarkılı türkülü bir günaydın faslından sonra oyun alanına gidip önce bir yoruluyorlar. Ardından sınıfa dönüp bildiğimiz sınıf içi aktiviteleri ile vakit geçiriyorlar. 
Bu arada ben de bu üç saat boyunca, geldiğimiz bu oyun alanının kafesinde oturup, okuyorum, yazıyorum..
Çünkü aslında her sabah bu şekilde huzurlu geçmiyor. Zaman zaman sınıftan ağlayarak çıkan minikler oluyor. Ağlayan ve annesini görmek isteyen hiçbir çocuk zorla sınıf içinde tutulmuyor. İstediği anda çıkıp annesini görüp, isterse annesiyle sınıfa dönebiliyor. İşte bu yüzden bana da orada oturup, haftada iki sabah üçer saati okumaya ve yazmaya ayırmaktan başka seçenek kalmıyor. Şikayetçi değilim. 
Can ilk iki hafta beni hiç yanından ayırmamıştı. Şimdilerde eğer sınıfta çok canını sıkan bir durum yoksa yada derdini anlatamadığı bir an olmuyorsa çıkmıyor dışarı. Bu saatlerin bitişinde de gayet keyifli geliyor yanıma. 
Bütün bunların ne orjinal tarafı var derseniz, bana ilginç gelen tarafı şu: 
Dubai'de pek çok başka şehirde olduğu gibi çocuğunuzu yuvaya yazdırmak için birkaç yerde birden sıraya giriyorsunuz ki bir sonraki sene size yer açılırsa onu okula başlatabilin. Sonra bir belki iki sene sıra beklediğiniz bu yuva, kapıdan çocuğu içeri alıp, size hadi gidin diyor. Arkanizdan ağlayan bir çocuğunuz varsa, onu nasıl teskin edecekleri tamamen şansınıza kalmış.
İyi bir öğretmene denk gelirseniz, belki olan biteni sizinle paylaşır, çocuğu kucaklar vs. Aksi durum ise tahmin edilemez bir sürü senaryo ile dolu olabilir. 
İçinizi rahatlatan tek nokta, okulların belli bir standartta olması ve kötü müdahele ihtimalinin yok denecek kadar az  olması. Ben kendi adıma sırf bu yüzden, yani seneye okula başlayacak çocuğuma annesiyle birlikte geçireceği bir ısınma turu şansı verilmeyeceğinden haftada iki sabah üç saatimi burada geçiriyorum. Yeni bir okul yeni bir ortam mutlaka stres yaratacaktır ama önceki kısa tecrübesi, annesiz de bu işi daha önce yapabilmiş olması, alışma süresini kısaltacaktır diye umuyorum. 
Benimle aynı umudu taşıyan bir sürü anne ile de haliyle biraraya geliyorum. İşte bana ilginç gelen şey ise bu noktada ortaya çıkıyor: Bu annelerin arasında avrupalı anne sayısı yok denecek kadar az. 
Burası sınıflarda oyun grupları düzenlerken, aynı zamanda oyun alanına dışarıdan da zaman geçirmek için gelenleri de kabul eden bir yer. 




Avrupalı annelerin çoğu buraya oyun alanını kullanmak için geliyor. Yani yavruları ile birlikte girip, biraz oyun oynayıp zaman zaman da, ben bir kahve içeceğim sen devam et deyip, onları içeride bırakıyorlar. O yavrular da gıkları çıkmadan oyunlarına devam ediyor. 
Peki bizim türk, hintli, arap, uzakdoğulu hadi az daha yanaşayım rus ve doğu avrupalı annelerin yavruları neden böğürerek ağlıyor ve analarının bacağına yapışıyor? Ben ve benim gibi okula kolay alışsın, korkmasın, nefret etmesin, severek gitsin diyerek ön hazırlık yapma ihtiyacı hisseden analar ile diğerlerinin farkı ne?
Sosyolojik ve psikolojik tahminler yapacak nitelikte bulmuyorum kendimi. 
Ama sebep beş çocuklu bir ailenin , ergenden bebeye boy boy bütün çocuklarini yanına alıp, bir restorana gitmesi, sessiz sakin bir şekilde yemeklerini bitirip kalkabilmeleri ve aynı retoranda bizim iki adet çocuğumuzu masada tutabilmek için çeşit çeşit şaklabanlık yapmak zorunda kalmamız ile aynı bence! 
Her bir insan kendinden önceki beş neslin genininden özellikler taşıyor diye okumuştum. Bu bilgiye dayanarak içimden bu farkın sorumluluğunu tamamiyle atalarımıza atmak geliyor. Üstelik bu fikre bir etiyopyalı, bir polonyalı,  bir rus ve bazı sabahlar bizim sohbetimize ortak olan ingiliz bir anadan da destek buluyorum.
Şuraya  gelip ben mi sosyalleşiyorum, çocuk mu belli degil anlayacağınız.
Nacizane fikrim çocuklarımıza gösterdiğimiz iyi niyet, özveri, coşkun sevgimiz, kendimizi paralarcasına didinmelerimiz ne kadar çoksa,  onlara olan güvenimiz da o kadar az! Gözümüzde hep küçük, hep acizler. Üzülmelerinden, kırılmalarından, hırpalanmalarından öyle ürküyoruz ki.. 
Bizim nesil analar bu konuda kendi analarını fersah fersah aşıp, çocuklarını engin denizlere daha rahat salıyor olsalar da, işte o beş nesil önceden gelen gen kırıntıları var ya, onlar yetiyor..
 Kendimize ne kadar çeki düzen verirsek verelim, bir noktada yine doğru bildiğimizi değil,  gördüğümüzü yapıyor, hatta hissediyoruz.
Belki bizden beş nesil sonra, bizim coğrafyamızın anneleri de 'ben bi kahve içeceğim, sen devam et' dediğinde bizim yavrular da kafalarını çevirip devam edecek işlerine, annelerinin onlara olan sonsuz güvenini hissedecekler. 
Sonuç olarak bunca laftan sonra hala halimden memnunum..
Burada oturup okuyorum, arada çıkıp koşarak ve hatta genellikle zırlayarak gelen sıpamla gidip iki boya filan yapıyorum. Arada da böyle diğer annelerle lafa dalıp bir takım çıkarımlara varıyorum. Ne de olsa menşeinden bağımsız ortak annelik dili diye birşey var !:)


Sent from my iPhone

1 Aralık 2015 Salı

Aralık

Yine aylar geçti..
Yine ailece okula alıştık,düzene alıştık, rutinler oturttuk derken, aa Aralık gelmiş!!
Yaz memleketine kış gelmesi, hele ki yeni yıl gelmesine alışamadım ben daha..
Vitrinlere baksan sanırsın ki dışarısı kar buz. Ama gel gör ki vitrinlere bakanlar şıpıdık terlikli hala..
Dün akşam çocukları yatırıp, daha önceden aldığımız masayı eve getirmek üzere, masayı aldığımız mağazaya gittik.  (Ay evet hala evi evirip çeviriyoruz!! Atıyoruz, alıyoruz vs.. Çok pişmanım taa İstanbul'lardan buraya eşya taşıdığıma da neyse konuyu dağıtmayacağım..)
Her yerde yılbaşı ağaçları, kardanadamlar, noel babalar, süsler püsler.. Pek güzel, hele ki ben çok severim ıncık cıncık işleri, ona rağmen yine de bir garip geliyor bana. Geçen sene yeniyılı coşkuyla karşılayamama nedenimi, yeni taşınmış olmama, buraya adapte olamamış ruh halime bağlamıştım. Yok o öyle değilmiş meğerse.
Ben basbayağı havadan etkileniyormuşum!
Haftasonları denize giriyorken, eve dönüp yılbaşı ağacı süslemek, çizilmiş sınırlarıma uymuyor, afallıyorum..
E güney yarımkürede yaşayanlar ne yapsın? diyeceksiniz ki haklısınız. Ne yapayım o da onların sorunu, belki onların algısında yeniyıl güneşlidir. Kardanadam değil kumdan kale yapıyorlardır filan..
Herneyse, sonuçta bu sene kaçışım yok onu biliyorum.
Çocuk okulda yeni yıl ruhuna girdi bile. 6 Aralık' ta Christmas Concert ile başlıyorlar kutlamalara.. Yeri göğü süslemeye başladılar bile. Okulda bir köşede veliler habire kesip yapıştırıyorlar, okuldaki parti için..
Eve boş kavanozlar geldi, içine mini minnacık ciciler koyup gönderelim, her çocuk partiden dönerken eve bir tane götürsin diye..
Çakma noel baba için sıra alın duyurusunun yapıldığı gün, tüm saatler yarım saat içinde doldu.. Neyse ki benim koca oğlan istemiyor artık Noel Baba filan..
Tüm bu şartlar altında benim de evde bir minik hazırlık yapmam, en azından evdeki küçüğün hatırına az biraz yeni yıldan bahsetmem, çocuk yeniyıl ruhunu daha kazanmadan kaybetmesin diye konuya hakim olduğum günlere geri dönmem lazım..
Aslında iş yeni yıl hazırlıklarına gelene kadar ohoo daha neler neler yapmam lazım da, günler bu aralar torbaya girdi, yetişemiyorum.
Ha bu arada kendi basit hayatımın koşturmacası içinde gündemi takip edip, sonra o aklımın almadığı, yüreğimin kaldırmadığı bunca şey yüzünden uykusuz kalmaktan da geri durmuyorum..
Yetişemediğim çocukların önüne koyulacak bir yılbaşı ağacı ile iki parlak topçuk yani! Topçukların, noel babaların, upuzun tatilinle hoşgeldin Aralık.. Bu sene az da olsa hakkını vemeye çalışacağım senin..

6 Eylül 2015 Pazar

Bir Devrin Sonu: Ben Artık Emziren Bir Anne Değilim, O da Meme Emen Bebek Değil..

Birden fazla çocuğu varsa insanın iki ayrı anne oluyor bazen..
Zaman, mekan, yaşanmış her olay, gün be gün değiştiriyor anneliğini.. Arda'nın anne sütünü bırakma sürecindeki kaygım, huzursuzluğum, binbir plan yapıp uymaya çalışmalarım şimdi yerini 'çabuk ve acısız bitirelim şu işi haydi' havasına bir söyleme dönüşmüş durumda.
Niye? Ben ikinci çocuğumu daha mı az seviyorum?
İlgisi alakası yok!
Tek fark ben de anneliğim de büyüdü, üstelik iki çocuk aynı değil, aynı ben aynı anne olmadığım gibi.
Eminim ikisi de bir gün büyüdüklerinde benim anneliğimi kendilerince farklı anlatacaklar, nasıl ki ben onların çocukluklarına ait farklı anılar biriktiriyorsam..


İki aylık anne ve oğullarının yapışık gezdiği uzun bir yaz tatilinden evimize döndük. Dönüşümüz itibari ile Can 25 aylık. Doğduğu günden beri tek bir gece ayrı kalmadık, tek bir günü hiç meme emmeden geçirmedi gibi bir sürü etkenin yanında, geçirdiğimiz son iki ayda bir sürü değişik evde kaldık, anneanne, babaanne, dayı, hala derken, yattığımız yerler, alışkanlıklarımız hepsi karman çorman oldu haliyle.. Birlikte uyumaya, uyanmaya, oynamaya, gezmeye ve en önemlisi her canı çektiğinde meme emmeye çok alıştık.. İkimiz de..
Ama iki senenin sonunda benim motivasyonum bitti, yorgunluğum arttı, artık canım yanıyordu, o sadece keyif için emiyordu, üstelik artık insanın canı ne isterse onu giymek istiyordu..
Eve dönünce memeyi keseceğim için öncesinden sürekli konuşuyordum, eve gidince yatağına yatacaksın, şarkı söyleyip uyuyacağız, artık süt bitti, meme yok vs..
Bu söylem Arda zamanında bir haftada iş görmüş, bir iki mızırtılı gece sonrası düze çıkmıştık.
Can' da aynısını yaşadığımızı maalesef söyleyemeyeceğim.
Kafamda kademeli şekilde bırakırım heralde dediğim süreci, Dubai'nin sıcak gecesinde bir anda ya şimdi ya hiç diyerek başlattım. Kendisi uykudaydı anlamadı:) Nitekim ilk gece ona meme vermemiş oluşum uykusunun arasında bir iki mizirdanmayla güme gitti, uyudu..
Ertesi gün gündüz oyalandık, oynadık vs. Öğle uykusu civarı ben dışardaydım, evdeki teyze ile uyudu ki zaten ben yoksam uyku pek kolay nedense!!:)
Asıl kıyamet gece koptu. Akşam uykusuna geçemedi, oynayacak oyunlar tükendi, uyku çağrıştıran her hareketimiz olay oldu. En son gecenin geç saatlerinde Çağlar sana da ona da yazık deyip attı Can'ı arabaya götürdü, uyuttu, getirdi.. Bir iki saat sonra uyanıp meme isteyip de bulamayınca başladık evde dolanmaya, dolaptan süt aradık, su içtik, oyun oynadık, şarkı söyledik, uyuyan herkesi saydık, yanyana yattık, omuzda dolaştık, aklıma gelen herşeyi ama herşeyi denedik .. Fakat olmadı uyuyamadı.. Sabah beşbuçukta ikimizde sızdık.
Üçüncü gün yardımcı teyzemiz , ki kendisi 4 çocuk annesi, beni evden postaladı. Hadi dedi yok ol, aksam uykusuna da ben yatıracağım bir tek gece sana kalır, boşuna eziyet çekmeyin. Nitekim beni görmeden pek rahat hem öğle uykusuna hem gece uykusuna geçti, gece ise bir iki dolandık ama bir önceki gecenin ağlamaları, yumruk ve tekmeleri yoktu en azından.
Dördüncü gün ise bu iş bitti dediğim gün oldu. Uykulara çok kısa sürede memesiz geçti, keyfi yerine geldi. En önemlisi ise gece uyanmaları sona erdi.
Nitekim acılı kısım dört günde bitti.
Şimdi sıra 'meme yok peki anne burada mı hala' sorusunun kafasından silinmesi için bol bol yapışık gezilecek günlerde..
İkimiz de biraz zorlanmıyoruz desem yalan olur..
Canı yandığında, üzüldüğünde onun sığındığı benim de kolay yoldan onu sakinleştirdiğim bir araç artık yok.. Dışarıda hadi hop uyusun diye verdiğim anne sütü, bazen sırf iki dakika oturayım diye kucağıma yatırdığım anlar bitti gitti. İkimiz de kendimize yeni yollar buluyoruz. Daha çok konuşuyorum, canı yandığında, huzursuzlandığında ten temasını kesmeyip, bir yandan da olayı kelimelere dökmeye çalışıyorum.
Bazı anlar öyle ağır ve zor geliyor ki şeytan diyor çıkar memeyi ver ağzına! Yapmıyorum tabii..
Ben bu filmi daha önce görmüştüm demek isterdim ama görmüşsem bile bu denli anlayamamışım ve belki de Arda'nın memenin boşluğunu doldurma ihtiyacını bu denli karşılayamamış olabilirim. Şimdi sanki herşey daha net, daha kolay anlaşılır..
Dedim ya içim acıyıp gözlerim filan dolmadı bu sefer , aşmamız gereken bir süreç ve bir gereklilik olduğuna, doğru zamanın geldiğine inanıyordum.  Çocuklar büyüyor, ihtiyaçları değişiyor, annelik dediğin karmakarışık şey de gün be gün eviriliyor…
Sonuçta bizim evde güzel hatırlayacağım, tadını doya doya çıkardığım, kocaman bir devir bitti..
Şimdi yeni anılar biriktirme zamanı..



11 Haziran 2015 Perşembe

Bir Ben Var Bende Benden İçeri, Kovalayıp Durduğum..

Yarın sabah yine sahnesi var bizim oğlanın :))
Böyle söyleyince komik tabii, kaldı ki kendisi açısından hiç bir önemi yok konunun. O zaten yaşı icabı herşeyin en iyisini yapıyor ve biliyor!!..
Sene sonu itibari ile iki organizasyon düzenleniyor okulda. Biri geçtiğimiz Pazar günü oldu bitti. Okulda bireysel enstrüman dersi olan öğrenciler sahne heyecanı yaşadılar. Ne yapabiliyorlarsa o kadar çaldılar ve çok ama çok alkış aldılar.
Yarın ise okuldaki bireysel enstrüman derslerini veren Music Box , Dubai genelinde çalıştığı tüm okullardan seçtiği öğrencileri bizim okula getiriyor ve son bir kapanış konseri düzenliyor.
Okulun son iki döneminde Arda piyano derslerine okulda değil, dışarıdan ders alarak devam etti. Yani ne Music Box ile ne de okulda ders veren öğretmenlerle bir ilgisi alakası yok. Ama biz bu konuda şanslıymışız ki hem kendi alanında çok iyi, çocuklarla iletişimi harika bir müzik öğretmenine hem de her türlü spor dalının yanında müzik, tiyatro ve dansı önemseyen, buna yer, zaman ve bütçe ayıran, istekli ve ilgili her bir öğrencisine mutlaka kendini geliştirme ve gösterme imkanı sunan bir okula denk geldik.
Nitekim hem okul hem de müzik öğretmeni Arda'yı unutmadı, Music Box ile konuşarak bizi de bu iki konsere dahil etti. Pazar günü çıktı çaldı. O gün sırf kendi başına hikayesi çok uzun, çetrefilli bir gündü. Yine de kendi okulunda tanıdığı anne-baba ve öğretmenlere çaldığından pek de heyecanlanmadı. Yarın ise çıkacağı sahne şimdiye kadarkilerin en ciddisi olacak gibi duruyor.
Bunca laftan şuraya gelmeye çalışıyorum: Başta da dediğim gibi Arda hiç heyecanlı değil. Belki kendine olan gereksiz ve katıksız güveninden, belki de yaşı icabı böyle bir durumun heyecanlanası bir şey olduğunu bilmediğinden.. Bilmiyorum, kendisi çok sakin ve hatta konudan sıkılmış durumda. Çalıyorum ve güzel de çalıyorum deyip çıkıyor işin içinden.
Ben kendi adıma gayet heyecanlıyım. Konuyu önemsiyorum. Burada öğretmen bulmak, doğru kişiye denk gelmek çok zor. Bir de işin içine Dubai'nin kendi devinimi giriyor. Bir yer yada öğretmen buluyorsunuz, 6 ay sonra bakıyorsunuz ki gitmiş. İş değiştirmiş, ülke değiştirmiş, bir şey olmuş.. Nitekim son iki dönemdir ders aldığı ve çok sevdiği öğretmeni de aynı şekilde geçen hafta ayrıldı..
Yarın orada bulunacak topluluktan Arda' nın da mutlu olacağı arkadaşlıklar, öğrenci-öğretmen ilişkileri çıkabilir diye düşünüyorum. Hayır çocuğum süper aman da çok yetenekli demiyorum. Bildiğim tek şey, sevdiği bir uğraşı var ve yanlış kişiler yada yönlendirmelerle bundan soğusun istemiyorum.( Sene başında tatsız tecrübelerimiz oldu bu konuda ne yazık ki) Derdim onun gibi keyif alarak piyano çalan ve aynı dili konuşan insanlarla tanışması, yolunu bu şekilde devam ettirmesi, piyanonun her zaman başında rahatladığı bir enstrüman olarak hayatında kalması..
Amaaa tüm bunları isterken ondan daha çok heyecanlanıyor olmak, en iyisini yapabilmesini içten içten ummak, hiç çaktırmadığını düşünürken bir ayna gibi ona da tüm bu hisleri yansıtıyor olmak.. Bunlar da anne- babalığın bir parçası. Fakat sanki azıcık yanlış bir parçası.
Geçenlerde bir sohbette konuşuldu. Çocuklarımızın başarısını aslında onlar için değil kendimiz için istiyoruz diye. Taa derinlerde bir yerlerde, başarısızlıklarının bizi acıtacağını, onları yetiştirme yolunda önümüze başka başka engeller çıkaracağını düşünüyoruz yada hissediyoruz ama dillendiremiyoruz. İş içimizdekini dışa vurmaya geldiğinde, mutlu olsun, sağlıklı olsun, sevdiği şeylerle uğraşsın derken, oralarda bir şey çaktırmadan yol ve yön vermeye çalışıyor çocuklarımıza.
Ben bunun farkına vardığım an durmaya çalışıyorum. Bu konu sadece bir konser yada benzer bir performansla ilgili değil. Bir çocuğun dersleri, arkadaş ilişkileri, dünyaya karşı duruşu, herşeyi anne babasının elinde olmadan süzgecinden geçiveriyor. Bir anda doğru yanlış, kabul edilebilir yada edilemez şeklinde etiketleniyor beynimizde.
Çocuğu olduğu gibi kabul edebildiğimiz noktada ise inanılmaz bir rahatlama ve huzur hissi sarıyor insanı. Sürdürmesi zor bir hissiyat ama yapabildiğin oranda da güzel.
Yani yarın Arda' nın o sahnede güzel çalması mı yoksa sahnede çalmaktan keyif alması mı önemli? Bir sürü hata yapsa ne olur? 6 yaşındaki bir çocuktan beklenen performans ne olabilir? İşte bu sorularım cevabını verirken gerçekten ama gerçekten çocuğun tarafında olmak, onun gözlükleri ile bakmak gerekiyor.
Buraya kadar gelebildiysem demek, derinlerden gelen o hisleri biraz olsun kovabilmişim demektir. Yarın sabah eğlenmesi, iyi hissetmesi için çaba harcayacağım. Çünkü mutlu çocuk herkesi gülümsetir. En başta da kendini 😊

28 Mayıs 2015 Perşembe

Aslında Çok Güzel Bir Gündü..

Kendimle kavgadayım bu ara.. Zaman zaman her annenin aklına düşer ya ben nasıl bir anneyim sorusu, işte o soru çocuklar büyüdükçe kendi kendini cevaplıyor çoğu zaman. Bazen kendi anneliğimden hiç hoşlanmıyorum, bazen içten içe tebrik ediyorum kendimi. Ama git-geller hiç bitmiyor..

Biliyorum ki bizim kuşağın anneleri hiç sorgulamadılar böyle kendilerini.. Ama bizden /benden daha esnektiler, çocuklarından ve kendi içlerinden gelen sinyalleri takip ederek annelik yaptılar. Bazen yoldan çıktılar ama çoğu zaman kotardılar ..Bense dalgalı bir anneyim. Kurallarımı esnetemeyen, zaman zaman aniden köpürüp sonra aniden durulabilen.. Böyle anlarımda tahmin edemedikleri tepkilerimin onları huzursuz ettiğini görüyorum. Tahmin edilemez tepki derken kimseyi dövüp sövmüşlüğüm yok:)) Ama çabuk sinirlendiğim, sabrımın birden yok olduğu anlar olmuyor değil. Ona rağmen beni çok iyi analiz eden, şimdi böyle dersem senin hoşuma gitmeyecek anne deyip, o içimden kalkan sabırsızlık dalgasını sevgi yumağına dönüştürebilen bir oğlum var. Durup düşünmemi, sakin kalmamı, en azımdan 10 a kadar saymamı hatırlatıveriyor onun bu cümleleri genelde bana.

Kendisinin çok farkında, kendi hakkında çok fazla hükmü olan bir çocuk yetiştiriyorum. Ben böyleyim, onu severim , bunu yapamam, buna hayatta bulaşmam şeklindeki yargıları çok net. Neyde iyi neyde iyi olmadığının çok farkında..

Bazen öyle şeyler söylüyor ki bir hançer geliyor saplanıyor kalbime.. Ben dedi bu akşam, herkesin çok da umursamadığı bazı şeylere çok üzülüyorum, ağlayabilecek kadar çok.. Ne mesela dedim. Mesela kart oyununda kartlarım karışırsa düzeltemem , çünkü sırasını bilmem imkansız , buna çok üzülüyorum, o oyunu bir daha oynamak istemiyorum. Ama arkadaşlarım umursamıyor, karışınca bozup yeni oyuna başlıyorlar..

İçimi acıtıyor bu haller, çünkü o anda ne desem boş.. Sen de yeni oyuna başlamayı deneyebilirsin desem biliyorum ki denemek istemiyorum diyecek. Karşılıklı gerim gerim gerileceğiz sonra. Onun üzüntülü halleri hele ki böyle bizim nazarımızda eften püften bir şeyse, çözülemedikçe, ben onu ikna edemedikçe, sinirlendiriyor beni..

Hiçbirşey demesem de anlıyor. Ben birşeye üzülünce sen kızıyorsun diyor.. Bu akşam anlattım aslında kızgınlığımın ona değil, onun üzüntüsüne çare olamamaktan ileri geldiğini.. Herkesin bazı şeylere çok bazı şeylere az üzülebileceğini, bunun normal olduğunu.. Onun kendinin ve duygularının bu kadar farkında bir çocuk olmasından ve bunları ifade edebilmesinden nasıl gurur duyduğumu..Böyle zamanlarda kendimi dürtüyorum. Kendisini başkaları ile karşılaştırmayı ben mi öğrettim? Ben mi yaptım farkında olmadan, sen böylesin ama öteki böyle mi dedim? Direk demesemde ima mı ettim? Hatta imayı geçtim duruşumla bakışımla ben mi ölçtüm biçtim onu başkalarının arasında da kendinin daha yoğun yaşadığı hisleri, kendine özgü merak ve ilgilerini bu kadar ayrı tutmaya başladı? Yoksa zaten o kendini biliyordu da şimdi güzelce ifade edebilecek yaşa mı geldi sadece?Sorularım çok, pek çoğu yanıtsız..Onlar büyüdükçe ben de nerelerde çuvalladığımı, nerelerden yıldızlı pekiyi ile geçtiğimi görüyorum. Hergün karnemi hazırlayıp elime veriyorlar. Ama bazı dersler çok flu.. Bütünlemesi var mı belirsiz..Annelik kolay değil, hem kendini hem çocuğunu büyütüyorsun. İş keşke emzirmekle, yedirmekle, uyutmakla, koruyup kollamakla bitseydi.. Bir çocuğun ruhunu berelemeden beslemek zor olan, onun dilinden konuşmak , hep bir iki adım önde olup doğru zamanda doğru şekilde o ruhu doyurmak.. En önemlisi ihtiyacı kadar vermek, fazlasını onun yüreğine yük etmemek..Bir de bunların hepsini yapacağım derken kendi yüreğine yük ettiklerin var ki asıl onlardan kurtulmalısın önce.. Kendini hırpalamayacaksın ki etrafına faydan olsun..

Bütün bunları düşünerek geçti bu akşam. Sonra baktım o uyumuş, uyumadan hemen önce de aslında çok güzel bir gündü diye bir şarkı tutturmuş..:)






9 Mart 2015 Pazartesi

Dünya Kadınlar Günü, Pembe Taksi ve Fenerbahçe Galatasaray Maçı Üzerine Karalamalar

Dün, gün bir yavaş, bir keyifsiz başladı ve ancak arkadaşımdan mesaj gelince ayın 8'i olduğunu ve Dünya Kadınlar Günü olduğunu farkettim. Dün olan bitenlerden, sosyal medyadaki mesajlardan, yapılan kutlama ve gösterilerden de bu sabahki kısa haber ve internet turunda haberim oldu. Bir gün geriden geliyorum yani..
Dün akşam ve bu sabah üst üste gelen, dikkatimi çeken ve hepsinin aslında özünde tek bir ana fikirde toplandığını bana düşündüren üç olay kafamın içinde uçuşurken de not almak istedim.
Birincisi Türkiye'nin dört bir yanından birsürü kalabalığın tek ses olup şiddete karşı çağrı yapması farkındalık adına sevindirici iken, bu çağrıya gerek kalıyor olması ve hatta gündemin kadınlar gününden bağımsız ne yazık ki bu olması ve her nedense her isyan çığlığından sonra olanların unutulması, unutturulmaya çalışılması, toplumca sahip olduğumuz balık hafıza.. Hepsi ama hepsi çok iç acıtıcı..
Zaten şimdiye kadar kadınlar eşit hak, eşit hukuk, eşit katılım diye bağırıp seslerini duyurmaya çalışıyorlardı. Şimdi ise bir de bizi öldürmeyin diye bağırıyorlar.. Eşit hak, eşit hukuktan yaşam hakkı sınırına gelişimiz dehşet verici..
İkincisi dün akşam karşı bahçemizden yükselen televizyon sesi ile Türk bir aile ile komşu olduğumuzu anlamamız, ancak söz konusu Türk ailenin bahçeye kurduğu televizyondan Fenerbahçe- Galatasaray maçını bütün mahalleye yayınlaması, bunun yanında her posizyonda çığlıklar ve böğürtüler eşliğinde yatak odamıza kadar varan bir gösteri sunması, ben bu insanlarla aynı dili mi konuşuyorum, benzer gelenek ve kültürden mi geliyorum diye sorgulamamıza neden oldu.
Üçüncüsü ise bu sabah Çağlar'i ofisine bırakmak için çıktığımızda hep duyduğum ama şimdiye kadar hiç görmediğim Pembe Taksi'lerden birini Çağlar'ın bana göstermesi oldu.
Taksinin tavanı şeker pembesi, sürücüsü kadın. Eğer kadın yolcu isterse taksi çağırırken pembe taksi talep edebiliyor. Ama diğer türlüsüne de yani kadının tek başına erkek sürücülü bir taksiye binmesine de kimse birşey demiyor.
Bunlardan artık ülkeme de lazım cümlesi gayri ihtiyari çıktı ağzımdan. Sonra çok üzüldüm:(
Tabii ki bu ihtiyacı bana düşündüren muhafazakarlık değil, artan güvenlik ihtiyacı. Kadınların sokakta, takside, toplu taşımadan yaşadığı paranoya.
Ama hepsine tepeden bir bakınca olayın aslında insan olarak önce kendimize , sonra da başkalarına duyduğumuz saygının eksikliği ekseninde bir araya geldiğini düşünüyorum.
İyi insan olmak, başkasının özgürlüğünün başladığı yerde seninkinin bittiğini kabul etmek, içindeki hayvani dürtüleri ve öfkeyi kontrol altında tutabilecek bir kişilik geliştirmek ve bu özelliklere sahip olan insanların bulunduğu bir toplumda kendine ve başkalarına güvenerek yaşayabilmek..
Aşırı talepler mi? Yoksa olması gereken mi?
Öyle bir noktaya geldik ki bazen geri dönüşü yokmuş gibi geliyor.
Bir kanalda -adamın biri diyeceğim artık- çıkıp kadınlara mesleğinizi annelik ve eşlik görevlerinizin üstünde tutarsanız olmaz o iş anlamında seslenirken, biz kendine, başkalarına ve yaşadığı dünyaya saygısı olan iyi çocuklar yetiştirmeye çalışıyoruz.
Uzunca bir süredir tuvaletin kapısını kapatmayı unutmaması, bir başkası giyinip soyunurken odaya balıklama dalamayacağı mesajları verdiğimiz,  ama hala kardeşi meme emerken annesinin memelerini  zaman zaman oyuncak etmek isteyen çocuğumuza senin vücudun nasıl sana aitse ve özelse, bir başkasının ki de ona ait ve özeldir. Vuramazsın, öfkeni can acıtarak gösteremezsin, istemezse dokunamazsın, sen istemezsen kimse de sana dokunamaz diyoruz.
Ben altı yaşındaki, müzikle uyuyup uyanan, gözünü açtığı gibi piyanonun başına koşan çocuğumu, müstakil bir evde yaşamama rağmen, piyanonun durduğu duvar hiç bir başka eve komşu olmamasına rağmen, sabah belli bir saate kadar piyanodan uzak tutmaya çalışıyorsam, yapamadığımda kapısını, penceresini kapatıp öyle çalmasına izin veriyorsam, onun yanındayken komşularımıza rahatsız olup olmadıklarını sorarak bunun komşularımıza duyduğumuz saygı olduğunu göstermeye çalışıyorsam, gece 11' e kadar kendi dilini bilmeyen insanlara maç yayını yapan adamla aynı ülkeden mi geliyorum? Sorguluyorum..
Kırmızı ruju, topuklu ayakkabısı ve askılı bluzu ile erkek taksi şoförlerinin kullandığı taksilere rahatça binebilen kadınların bulunduğu bu şehir aynı zamanda kendi yerel halkının ihtiyacını pembe taksi ile karşılıyor. Ama benim laik, demoktarik, özgür geçinen ülkemde kadınlar minibüslerde, taksilerde öldürülüyor, tacize uğruyor. Eminim kadınlara özel kadın taksi şoförlerinin olduğu taksileri İstanbul trafiğine salsan, zaten diğer araçların tacizinden işi bırakırlar.
Savunduğum bu taksiler, kadınlara ayrı otobüsler filan değil yanlış anlaşılmasın. Bunun doğru olmadığını, ötekileştirmenin, aşağılamanın başka bir versiyonu olduğuna sonuna kadar inanıyorum. Ama olay o kadar yaşam özgürlüğü, günlük hareketlerimizin bile kısıtlanması noktasına geldi ki ben bile böyle bir cümleyi aklımdan geçirip sonra kahrolabiliyorum..
Normalde çok konuşmam, konuşamam.. Dinlerim, derlerim kendi içimde istiflerim.. Ama bu sabah hepsi bir anda doluşunca kafama yazma ihtiyacı hissettim. Aynı kafamda uçuştukları gibi.. Sıraya sokmadan, elemeden, tartmadan..



8 Mart 2015 Pazar

Twinkle Eyes

Bu resimdeki  Arda'nın boğazlarmışcasına tuttuğu zat-ı muhterem Arda'nın sınıfının maskotu.
Adı Twinkle Eyes.

Arda son iki senesinde isterse IB diploması alabileceği ama o zamana kadar ingiliz müfredatının hüküm sürdüğü bir ingiliz okuluna gidiyor. Okul seçimimiz yada seçim şansımızın olamayışı hikayesi bambaşka. Ama okuduğu okulun Dubai'nin en iyileri arasında olduğunu söylemem lazım. En iyi okul denen şeyin her çocuk için en iyi olup olmayacağını test ediyoruz biz şu anda.

Neyse konumuza dönersek, okulda bu bücürü her çocuk sırayla evine götüremiyor..

Seninle bir haftasonu geçirebilmesi için bunu 'hak etmen' gerekiyor. Nitekim sınıfta ikinci üçüncü tura dönen çocuklar varken daha birinci turu bile tamamlayamayan öğrenciler de oluyor.
Sonuç olarak Arda'nın Twinkle Eyes'ı eve getirebilmesi ikinci dönemin neredeyse sonlarını buldu. Ama    bu olayTwinkle Eyes' tan daha önemli gelişmeler silsilesinin bir sonucu olduğu için de bir blog yazısı hak etti.

Arda'nın sene başında ilk bir iki haftası Twinkle Eyes'ı ne yapınca alabileceğini anlamakla geçti. Zaten o zamanlarda Twinkle Eyes'tan daha önemli sorunları vardı. Yeni bir ülkede, hiç türkçe duymadığı bir ortamda koca bir günü geçirmek, kendini idare etmek, derdini anlatmak, olanı biteni anlamaya çalışmak, sınıf maskotunun neye göre verildiğini anlamaktan daha önemli ve zorlayıcıydı.

Başlarda bunun bir ödül, hem de sınıf içi kuralları düzenleyen tabloda en tepedeki ödül olduğunu anlayınca heyecanlandı. Fakat okulun ikinci ayının sonlarında artık dil problemini aşıp etrafındaki dünyayı daha net anlayan bir hale geldiğinde ve tabii aynı oranda kendini ifade edebilir duruma geldiğinde, sınıf maskotunu eve getirebilmek için bir hafta boyunca, Arda'nın özelinde kendine hiç uymayan/ doğru gelmeyen/ istemediği bir şeyleri yapması gerektiğinin farkına vardı. Ve Arda için konu orada kapandı!

O yeşil bücürün bizim eve gelmesine hiç gerek yoktu. Bir peluş oyuncak için aklına yatmayan şeyleri yapmaya da bizim bücürün niyeti yoktu. Ve bizim için meşakkatli günler başladı.

Biz de anne -baba olarak bir uyum sürecinin içindeydik. Okulu anlamaya, velilerin beklentileri ve bizimkilerin arasında bir uçurum var mı görmeye, doğru yerde olup olmadığımızdan emin olmaya çalışıyorduk. Tabii aynı zamanda Arda' nın adaptasyonu için ekstra bir destek vermek gerekiyordu.

Okuldan ilk sesler sınıf öğretmeninden geldi. 'Bazı aktiviteleri yapmak istemiyor, bunu açıkça söylüyor ve ikna edemiyorum' diyordu.. Zaman zaman öğretmeninin ikna çabaları sonrasında sinirlendiği, bağırdığı, arkasını döndüğü, küsüp kitap köşesine bile gittiği oluyordu. Yapmak istemiyorsa yapmıyordu..

Bu durumun öğretmeni açısından iki zorluğu vardı. Birincisi sınıfın ortasında kendine itiraz eden ve çoğunlukla da ikna edemediği bir öğrenci sınıf içindeki otoritesini sarsabilirdi. ( Sarsabilir miydi gerçekten? Bu noktada şüphelerim var )
İkincisi itirazların nedenini anlayamadığından çözüm üretemiyordu ve bir kısır döngünün içinde dolanıp duruyorlardı.

Genelde bize geri dönüş yapıyor, Arda ile konuşur musunuz diyordu. Biz zaten hep konuşuyorduk.. Konuşmak her zaman çözüm olmuyordu. Çünkü zaten mizacı zor olan bir çocuk, üstelik altı yaşında bir çocuğun mantıklı yada mantıksız her zaman verecek bir cevabı vardı.Biz önce kendi içimizde sorunun nedenini anlamalı ve öğretmene yol göstermeliydik.

Ev değiştirmenin bile çocukları zorladığını düşününce ülke değiştirmek ve yeni bir okula başlamak epeyce yorucu olmalıydı. Bunun okul da biz de farkındaydık. Ama bunun ötesinde de birşeyler vardı.

Arda hiç bir adımını sorgulamadan atmıyordu, hala da atmıyor. Bu hep böyleydi. Neyi neden yaptığını anlamadığı sürece onu bir şeyi yapmaya ikna etmek mümkün değildi. Öğretmenine attığı her adımın nedenini kısaca Arda' ya anlatmasını söylemek zor olmadı. Asıl zorluk eğer açıklanan neden Arda' ya göre doğru yada mantıklı değilse onu buna ikna etmekti.

Bir tarafta da istedikleri ve istemedikleri vardı. İstemediğini söylemeyi, bundan çekinmemeyi biz öğretmiştik kendisine. Peki ya istemesek de yapmak zorunda olduklarımız? Zorunlukluklarımız ve sorumluluklarımız?

İşte orada sınıfta kalmıştık anne -baba olarak..

Evde sorumluluk vermekte, hoşuna gitmeyen ama yapmak zorunda olduğu şeyleri yapması için direnmekte pek başarılı olamamıştık. Bir de bunun üstüne bir başkasından görüp de istemek yada arkadaşı yaptığı için yapmak gibi şeyler Arda'nın lügatında olmayınca, ortaya sadece istediklerimi yaparım, aklıma yatmayan ve istemediğim hiç bir şeyi de yapmam diyen bir birinci sınıf veledi çıkmıştı ortaya.

Ve işin bu kısmının ülke filan değiştirmekle bir ilgisi yoktu. Türkiye'de de okula başlasaydı bunlar yaşanacaktı.

Bizim açımızdan tek fark şu olacaktı. Velinin kendi ana dili haricinde bir dilde çocuğu hakkında dert anlatması kolay iş değil. İşte bu noktada daha rahat olacaktık. Ayrıntıları kaçırıyormuş yada her istediğimizi anlatamıyormuş gibi hissetmeyecektik.

Önce Arda' ya neden derste öğretmeninin sözünü dinlemesi gerektiğini, okulda neden her istediğini istediği an yapamayacağını anlattık. Anlattık derken öyle bir seferde değil tabii. Kısa kısa, her bir yaşanan olay sonrasında, bazen sakin, bazen sakin kalmaya çok çaba sarfederek, bazense seslerin yükseldiği ortamlarda.

Evde de yapmak istemeyip de yapmak zorunda oldukları konusunda direndik. Eşyalarının yerini bilmesi gibi, kendi işini kendi yapabileceği durumlarda işi ona bırakmak gibi. Çantasını hazırlamanın kendi sorumluluğu olduğunda ısrarcı olmak gibi..

Ama öte yandan o çanta eksikse bir şekilde hatırlatıp tamamlatmak da gerekiyordu. Türkiye de olsa eksik eşya ile git ve sonuçlarına katlan derdim ama burada eksik eyşa bana okuldan not olarak geri dönüyordu. Hala buradaki çelişkiyi anlayabilmiş değilim. Çocuğun yapabileceği pek çok şeyi anne babanın sorumluluğuna vermek ve onlardan beklemek ile o çocuğun okuldaki sorumluluklarına sahip çıkmasını örneğin çıkış saatinde dolabını toplamasını beklemek çelişki değil de nedir?

Neyse geri dönüyorum konuya.
Biz bir takım adımlar atmıştık ama Arda' nın hala derdi vardı. Neden kesip yapıştırmak, boyamak zorundaydı? Neden beden dersinde koşması gerekiyordu. O zaten öğretmeninin her anlattığını çok iyi anlıyor ve öğreniyordu. Sorduğunda cevap veriyordu. Bir de neden ekstradan hoşuna gitmeyen aktiviteleri yapmalıydı?

Bir noktada haklıydı. Dersleri ile ilgili hiç bir sorunu yoktu. Her zaman öğrenmeye açtı ve verilen neyse alıyordu. Kendisine birşey öğretilmesi ile değil, amacını anlayamadığı gereksiz bulduğu ve buna bağlı olarak yapmak istemediği şeyleri zorla yapmakla derdi vardı.

İşte tüm bunlar defalarca öğretmeni ile okul müdürü ile konuşuldu.

Aslında okul da biz de yapmak istemediği durumları anlayabiliyorduk. Ama hangimiz hayatta yapmak istemediğimiz hiç bir şeyi yapmadan mutlu mesut yaşıyorduk ki? Öyle bir dünya var mı? Sorumlukluklarımızı her zaman isteyerek mi yerine getiriyoruz? Zaman zaman hele ki okul gibi bir ortamda, ortama ve duruma uymak, herkesle birlik olup hareket etmek de önem kazanıyor.

Bu çatışmalar bazen yön değiştiriyor, 'neden hep sizin dediğiniz oluyor da benimki hiç olmuyor' a varıyordu. Aslında yapmak istediği pek çok şeyi yapıyor , peeek çok konuda seçim hakkını kullanıyordu ama bu ona yetmiyordu yada bu özgürlüğünün farkında değildi.

Zorunluluk/ sorumluluk adlı ana-baba çalışmamıza bir de bunu ekledik. Her seçim yaptığında bunun farkına varmasını sağlamaya çalıştık hala da çalışıyoruz. Bizim de istemediğimiz pek çok şeyi yaptığımızı, öğretmeninin de kendi hayatında istemediği bir dolu şey yapmak zorunda olabileceğini arada hatırlatıyoruz.

Okulun kuralları olduğunu, bu kurallara uymamız gerektiğini, kurallara herkesin uymadığı durumlarda nasıl bir kaos yaşanabileceğini.. Aklınıza ne gelirse ortaya döküyoruz.

Tüm bunların sonucunda halfterm (burada dönem ortalarında da bir hafta tatil oluyor okullar ) den önceki son iki hafta nispeten uyumlu ve sakin geçti. Haftanın ilk üç günü dayanıyor, son iki gününde artık sabrı yetmiyordu.

Ben onun bu çabasını, aslında herkesle aynı şeyleri aynı zamanda yapabilmek, kendisine her söyleneni itirazsız kabul edebilmek için ne kadar uğraştığını gördükçe ve bu uğraşının sonlarına doğru sabır küpünün dolduğunu ve o noktalarda patladığını farkettikçe bir takım şeyleri daha çok sorgular oldum.

Gerçekten herkes gibi olması gerekli miydi? Herkesle herşeyi aynı şekilde yapması, istemediği her aktiviteyi bitirmesi vs.. Bir yanım bunları sorarken diğer yanım uyumsuz olmayı kendine hak görürse ileride çok mutsuz olabilir diye dürtüyordu beni. Zaten şu anda kendini de sorguluyordu hem de acımasızca.

Anne ben bilmemkim gibi koşmak istemiyorum. Hoşuma gitmiyor. Yada diğer çocuklar öğretmenin her dediğini çok sevinerek yapıyorlar, neden o kadar sevindiklerini anlamıyorum. Koca bir sayfayı boyamak hiç de sevindirici değil vs vs.

İşte bu gelgitler içinde tatil bitti okula geri dönüldü ve ilk hafta çok ama çok kötüydü.

Okuldan çağrıldığımda bu sefer bir silkindim. Hayır dedim bu sefer ben uyarmayacağım Arda'yı.  Sorun bakalım neden istemiyormuş. Bir sefer de siz öneri getirin ne yapabiliriz diye. Ben her okul çıkışı çocuğuma vaaz vermek yada azarlamak istemiyorum. Madem öğretmenleri var biraz da onlar anlatsınlar sorumluluklar ve zorunluluklar neden var..

Ne oldu bilmiyorum. Aslında az çok biliyorum. Benim o konuşmamdan sonra öğretmeni günlük bir sticker chart hazırladı. Gün içinde sticker larının hepsini alırsa akşam çıkmadan on dakika ne isterse yapabilecekti. Bu öğretmenine şarkı öğretmek de olabilirdi, okulun tiyatro sahnesinde kendi oyununu kurmak da.. Bunlar Arda için çok çekici ödüllerdi.

Buna rağmen bu plan bile yüzdeyüz çalışmadı. Diğer çocukların stickerleri yok dedi evet dedim çünkü senin bazı şeyleri itiraz etmeden yapmak için alışkanlık kazanman gerekiyor. Onlar zaten itiraz etmiyorlar. Bu alışkanlığı kazanana kadar senin stickerların olacak. Gerek yok dedi. Almasam da olur. Yok dedim kaçarı yok, bu sana anlatmaya çalıştığımız zorunluluklardan biri..

Bir hafta uğraştı. Her denileni yapmak, sorgusuz sualsız kabul etmek ve itiraz etmemek için..

Sonucunda bu haftasonu Twinkle Eyes bizdeydi. O maskotu eve stickerler getirmedi adım gibi biliyorum. Umrunda bile değildi.

Zaten Twinkle Eyes i aldığına değil de öğretmeninin gönderdiği günlük emailde  Star of The Week'i açıklarken kendisi için kullanılan cümlelere sevindi.

Sevindi sevinmesine de ne öğrendi?
Bence Arda bu hafta kendini kontrol edebilmeyi öğrendi. Bunun ödülü de sınıf maskotunu eve getirmek oldu.

Yoksa öğretmenimin dediklerini yapınca günüm daha güzel geçti, kimse ile çatışmak zorunda kalmadım, eğlendim de üstelik ve maskotu aldım çıkarımını yapabilecek mi? Peki ya gerçekten öyle mi oldu? Eğlendi mi? İsteyerek mi yaptı? Peki yapması gerekiyor mu? Gerçekten hiç itiraz etmemesi mi gerekiyor? 6 yaşındaki bir çocuğa itiraz edebileceği ve edemeyeceği şeylerin ayrımını nasıl anlatırsınız?
Bu sorular benim kafamın içinde dönüp duruyor.
O ise koydu yeşil bücürü çantasına hoplaya zıplaya gitti okuluna.. Haydi rastgele..

5 Mart 2015 Perşembe

Yavaşlığa geçiş de sancılı olabilirmiş meğer..

Son günlerde burada yaşamaya başladığımızdan beri adım adım yavaşlığa alışma sürecimiz ve bu döngünün içinde kalmak yada döngüyü kırmak konuları  kafamda uçusup duruyor.
Geçtiğimiz hafta Çağlar Londra' ya gitti işi için.. Ve döndüğünde her yer çok kalabalıktı, herkes koşuyordu dedi. Oysa ki iki sene önce ailece gittiğimizde bize o kadar da koşuyormuş gibi gelmemişti o koca şehir..
İstanbul'un her daim gümbür gümbür atan bir kalbi, bol gürültüsü, sokaklarında hiç bitmeyen bir devinimi vardı. Sen o devinim içinde dengeni kaybetmeden ayakta durmaya çalışırken, kah kalabalıkla akıyor, kah kenara çekilip koşturan güruhun geçmesini bekliyordun ama geçmiyordu, bitmiyordu.. Londra da kendi ritminde akıyordu işte. Bize çok da hızlı gelmemişti o zamanlar..
Şimdi de gece gündüz yaşayan ama kendi iç ritmi çok da hızlı olmayan bir şehirde yaşıyoruz. İlk başlarda yavaşlığa geçişimiz sancılı olduysa da şimdi zamanı parçalara bölmeye, zaman zaman sadece durmaya, dururken bir sonraki adımımız için kalp çarpıntısı yaşamamaya alıştık sanki. Alışmış olmalıyız ki Londra Çağlar'a çok hızlı, koşturmaca dolu görünmüş..
Oturduğumuz bu mahalleye yeni taşındığımız ve evi yerleştirme hengamesinin bittiği günlerin birinde, Çağlar haydi dedi, havuza git, ben çocuklarla vakit geçiririm.
Akşam 20:00 civarıydı. Yatmalarına yarım saat -kırkbeş dakika filan vardı. Havuza gidip, dönmem için yeterli bir süre.. Hava kararmış ama yapış yapış bir sıcak var.. Evden havuza yürümem 3 dakika filan sürüyor herhalde, o denli yakın.. Çıktım, daha kaldırımı bitirmemiştim ki bir korku kapladı içimi. Sessizlik, sokakta kimseyi göremiyor olmak yüreğimi sıkıştırdı.
Etrafta bizimkinin aynısı evler ve camlarında ışıklar vardı , kiminin garaj ışığı yanıyordu, hatta bahçelerden tek tük konuşma sesleri de geliyordu.. Dönüp bağırsam Çağlar dahil pek çok kişi fırlardı sokağa..
İleride havuzun bulunduğu parkın ışıkları görünüyordu, hızlıca yürüdüm. Havuzun etrafı insan dolu. Önce korktuğumdan utandım. Sonra serin suyun içindeyken sıcaktan uyuşan beynim yerine gelmiş olmalı ki aslında hissettiğim şeyin korku değil, metabolizmama uymayan düzenin getirdiği rahatsızlık duygusu olduğunu farkettim.
Akşamın sekizinde hiç bir hazırlık yapmadan yürüyerek havuza girmeye gitmek, karanlıkta, açık havada aydınlatılmış suda yüzmek ve çocukları yatırmak için zamanında evde olabileceğine emin olmak..
Koşmaya, dakikaları planlamaya, her güne sadece ama sadece bir program yapabilmeye alışmış bünyeme çok fazla gelen bir rahatlıktı.
Kısacık yarım saatin aslında ne uzun olduğunu farketmek, uzay boşluğunda kaybolmakla eşdeğerdi o akşam benim için. Beni huzursuz etmiş, huzursuzluğumu da boş sokak ve karanlıkla birleştirip korktuğumu düşündürmeye yetmişti..
Şimdi hala zaman zaman elimde arta kalan zamanlar olunca huzursuzlanıyorum. Hatta bazen evde arıza çıkardığım bile oluyor :) Ama o korkunç rahatsızlık hissi yerini yavaş yavaş rahatlığa bırakıyor,ben de, Çağlar da, çocuklar da  hepimiz alışıyoruz. Daha yavaş olmaya, zamanı daha rahat planlayabilmeye ve bazen sadece durmanın da güzel olduğunu farketmeye..
Hatta belki çocuklar yavaşlamaya daha hazırlar bizden. Çekelenmedikleri, hadi hadi lere boğulmadıklarında daha sakin, daha uyumlular..
Diyeceğim o ki insan öyle birdenbire koşmaya alışmış bünyeyi yavaş programa alamıyormuş. Ona bile vakit gerekiyormuş. Hani hep özenip ah azıcık daha vaktim olsa diye hayıflandığımız o günler, dakikalar aklına geliyormuş.
Şimdi ise bütün aile değil ama ben önemli bir sınırdayım. Günlük rutini sağlamış, oldukça rahatlamış bir anne olarak, burada pek çok kişinin düştüğü tembellik kuyusuna düşebilirim ki bu illa kötü bir şey olmayabilir. Nitekim zamanının çok olmasına alışmış, hiç bir işini aceleye getirmeden yapmanın keyfini çıkaran ve bundan çok mutlu olan insanlar var. İçin için gıpta ediyorum onlara.
Ya da plan program yapmayı, önünü görmeyi seven yapıma uygun olarak titreyip kendime gelebilir, bir ucundan üretime geçebilirim. Ne üreteceğim henüz muamma olsa da :))
Amacı olunca motive olanlardanım ben, bu ister evin bir köşesini değiştirmek düzeltmek olsun, isterse bir organizasyonda rol almak olsun, ne olursa olsun kafamın içinde gideceğim yol belli olmayınca yönünü kaybedenlerdenim..
Şimdiye kadar yönümü kaybedip boğuldukça ilk başlarda çok çaresiz ve işe yaramaz hissetiysem de, zamanla kendime ufak tefek işler yaratmaya, minik varılacak noktalar belirlemeye ve bunlara ulaşırken de acele etmemeye alıştırdım kendimi.
Ancak artık durağan yaşamaya meylediyorum yavaştan. Farkediyorum ki o güne ait bir plan yoksa eskisi gibi huzursuzlukla kıvranmıyorum artık. Bu hem iyi hem kötü. İyiliği ruh sağlığıma , kötülüğü ise   işte o bahsettiğim tembellık kuyusunun kenarlarında gezinmeye başlamamda..
Bir kaç senedir burada yaşayan bir arkadaşım benim son günlerdeki gitgelli ruh halime başka bir açıdan yaklaştı geçen günlerde.
Dedi ki : 'Sen çocuğun varken çalışmanın nasıl bir şey olduğunu ve yapılabileceğini, aynı zamanda da çalışmayan anne olmanın da nasıl bir şey olduğunu biliyorsun. O yüzden evde iki çocuk varken bile aklın hala çalışmaya, üretmeye, birşeylere dahil olmaya kayabiliyor ve belki yapabilirsin de. O yüzden kıvranıyorsun. Oysa ben evdeyim ve çocuğuma bakıyorum diye kodlamış olsaydın beynini zaten aklına gelmeyecekti tüm bunlar..'
Hak verdim söylediklerine.. Bu da yavaş akan bir hayat düzenine alışmaya çalışan ama bir yandan da tümüyle o döngünün içinde durmak istemeyen bünyemin eski alışkanlıklarına dönme isteği belki de..
Ne yardan ne serden geçememe halleri beni nereye savuracak göreceğim.
Şimdilik kuyuya düşmeden etrafında oyalanıyorum. Keşke hep burada kalabilsem:)

13 Ocak 2015 Salı

Özü sözü bir anne-baba olabilmek..

Büyük konuşmayacaksın.
Hele ki konu çocuksa hiç büyük konuşmayacaksın. Hatta susup oturacaksın bi zahmet.
Ben büyük konuşmayı bırakalı çook oldu gerçekten.
Oldu olmasına da bu ne allah aşkına?


Salyası sümüğü kaldırıma bulaştı yemin ederim!
Yoldan yürüyecekmiş, hem de tam ortasından! Arada bamplar var, mahalle arası sokak olduğundan, hem de böyle kocaman, yüksek bamplar.. Onların üstüne çıkmak asıl derdi ve inmek tabii ki..

Derdi ne olursa olsun oradan neden yürüyemeyeceğini anlamasına da bence en az bir altı ay var..

Ve hala asıl konuya gelemedim, konu şu ki:
Bu yoldan yürüme işini başlatan bizzat bizim kendi babamız!  İlk seferinde uyardım, tekrar isteyecek, olmaz dediğinde kıyametler kopacak, orası yol ve hiç bir şekilde orada yürünmeyeceğini bilmeli, izlemeli, görmeli diye..
Merak ediyor, merakı gitsin, izin vermediğimizde vermeyiz dedi.
Buyrun ben bugün izin vermedim!

Biz genelde aynı fikirde, sözde ve duruşta bir anne-babayız. Bu tip durumlar hemen hemen hiç olmaz. Ya birbirimizi ikna ederiz, yada saygı gösterir diğerine uyarız. Bu sefer benim de uzatmayacağım tuttu. Sen bilirsin dedim. Sen de babasısın sonuçta.
Ama işte bu durumda bu sabah yürüyüşe çıkan ben değil babası olmalıydı, değil mi ya?

Yaptık bir hata şimdi o salyaları kaldırımlardan temizleye temizleye düzelteceğiz başka yolu yok!

Peki neden hata yaptık? Hele ki elimizde bir adet büyümüşü varken ve onu büyütürken ve hala ikimiz dimdik, tek el, tek yürek durabilirken, iş evin cücesine gelince neden çuvalladık?

Anlatayım şundan:

İkinci çocuk bence pek kolay büyümüyor.
Hep biraz küçük kalıyor gözünüzde. Daha dün düşündüm, Arda 22 aylıktı yuvaya başladığında.
Can Mayıs' ta 22 aylık olacak ve bence ben onu yuvayı bırakın belki yarım günlük oyun grubuna bile veremeyeceğim. Hala çok bebek benim gözümde..
Evin küçüğünün de büyüdüğünü görmek, ona göre kendimize çeki düzen vermek gerekiyor.
Ve o oyun grubunu bulmak :)

İlk çocukta hem daha dikkatlisin hem daha idealist.
Tecrüben de yok, ne yapıyorsun? Oku, sor soruştur ve doğruları yapmaya çalış şeklinde büyütüyorsun onu. Kendin de çok yontulup çok ödün veriyorsun ama sonuçta bir anne- baba duruşu ediniyorsun. Sanıyorsun ki bundan sonra gelen çocuğum için de aynı duruşu sergileyebileceğim.
En azından ben öyle sanıyordum… Yok ama işler öyle yürümüyor.

Bir kere zamanın daha az. Sonra ilk çocuğunu büyütürken kendine hiç ayıramadığın o vakitler sana nasıl yükler bırakmıştı geriye? Bu sefer az daha sakin, az daha geniş olmalıyım diyorsun.
İçin de daha rahat bu sefer hem, gereksiz endişelerin yok,  ağlamasının gülmesinin tadını çıkarıyorsun. Hoşuna gidiyor bu his bir yandan.. Bir yandan da zaten mecburen daha rahat oluyorsun. Çünkü bir bakmışsın evdeki büyük çocuk elindeki dondurmayı minnağın ağzına sokuvermiş bile!

Nitekim ilkinde koyduğun katı kurallar ve o kurallar çerçevesinde kurduğun günlük rutin elinde olmadan sarsılıyor, gevşiyor.

Ee bir de işte senin gözünde hala küçükse evin iki numarası, nasılsa yaparım, nasılsa öğrenir dediğin anlar artıyor. Sonra da böyle kendisini kaldırımdan topluyorsun..

Can bir yaşına bastığından bu yana ben böyle böyle çok silkinmeler yaşadım kendi kendime.. Bu da bir başkası oldu işte.. Daha da olacak biliyorum.

İkinci çocuğu daha sakin, daha az endişeli, daha rahat büyütmenin keyfi gerçekten başka ama benim de Çağlar'ın da zaman zaman silkinip çocuğumuzun büyüdüğünü görmemiz, abiye takındığımız tutarlı hali ve tavrı ona da göstererek, hiç birşey olmasa bile ikisi arasında eşit olmayı başarabilmemiz lazım.

Hadi kolay gelsin.. :)









11 Ocak 2015 Pazar

Şaşkın Diyaloglar


Bir gece önce kabus gördüm deyip yanımıza geldiğinden ertesi gün sordum:
- Ne gördün dün gece rüyanda?
- Ne gördüğümü hatırlamıyorum ama çok boyamalı birşeydi..
- Boyamalı ne demek?
- ( o anda oturduğu halının renklerini gösterip) böyle işte renk renkti, yani beyaz bir rüya değildi.
- Sen rüyalarını beyaz mı görüyorsun hep?
- Beyaz değil anne siyah beyaz görüyorum ! Ama bu renkliydi o yüzden de çook gerçekçiydi!


Akşam Arda yatmaya hazırlanırken benim Can'ı uyutmuş olduğumu ve aşağı inmeye hazırlandığımı görünce:
- Bu akşam seninle koyun koyuna uyuyacağım! Var mısın buna hı?


Çağlar kütüphanede bir şey ararken bizim nikah davetiyemizi bulunca Arda' ya takıldı.
- Sen bunun ne olduğunu biliyor musun? Bu çok önemli bir şey. Bu olmasaydı sen olmazdın :)
Arda davetiyeyi alıp baktıktan sonra
- Yani siz bununla insanları nikahınıza çağırdınız. Sonra evlendiniz. Sonra bir çocuğumuz olsun dediniz ve ben mi oldum?
- Aynen öyle!
- Hımm .. Ama baba işte sizin bu çoçuğunuz bir değişik..
- Nasıl yani? Neyin değişik senin?
- İşte öyle değişik bir çocuk bu çocuk hep hayaller kuruyor filan..





LinkWithin

Related Posts with Thumbnails