9 Mart 2015 Pazartesi

Dünya Kadınlar Günü, Pembe Taksi ve Fenerbahçe Galatasaray Maçı Üzerine Karalamalar

Dün, gün bir yavaş, bir keyifsiz başladı ve ancak arkadaşımdan mesaj gelince ayın 8'i olduğunu ve Dünya Kadınlar Günü olduğunu farkettim. Dün olan bitenlerden, sosyal medyadaki mesajlardan, yapılan kutlama ve gösterilerden de bu sabahki kısa haber ve internet turunda haberim oldu. Bir gün geriden geliyorum yani..
Dün akşam ve bu sabah üst üste gelen, dikkatimi çeken ve hepsinin aslında özünde tek bir ana fikirde toplandığını bana düşündüren üç olay kafamın içinde uçuşurken de not almak istedim.
Birincisi Türkiye'nin dört bir yanından birsürü kalabalığın tek ses olup şiddete karşı çağrı yapması farkındalık adına sevindirici iken, bu çağrıya gerek kalıyor olması ve hatta gündemin kadınlar gününden bağımsız ne yazık ki bu olması ve her nedense her isyan çığlığından sonra olanların unutulması, unutturulmaya çalışılması, toplumca sahip olduğumuz balık hafıza.. Hepsi ama hepsi çok iç acıtıcı..
Zaten şimdiye kadar kadınlar eşit hak, eşit hukuk, eşit katılım diye bağırıp seslerini duyurmaya çalışıyorlardı. Şimdi ise bir de bizi öldürmeyin diye bağırıyorlar.. Eşit hak, eşit hukuktan yaşam hakkı sınırına gelişimiz dehşet verici..
İkincisi dün akşam karşı bahçemizden yükselen televizyon sesi ile Türk bir aile ile komşu olduğumuzu anlamamız, ancak söz konusu Türk ailenin bahçeye kurduğu televizyondan Fenerbahçe- Galatasaray maçını bütün mahalleye yayınlaması, bunun yanında her posizyonda çığlıklar ve böğürtüler eşliğinde yatak odamıza kadar varan bir gösteri sunması, ben bu insanlarla aynı dili mi konuşuyorum, benzer gelenek ve kültürden mi geliyorum diye sorgulamamıza neden oldu.
Üçüncüsü ise bu sabah Çağlar'i ofisine bırakmak için çıktığımızda hep duyduğum ama şimdiye kadar hiç görmediğim Pembe Taksi'lerden birini Çağlar'ın bana göstermesi oldu.
Taksinin tavanı şeker pembesi, sürücüsü kadın. Eğer kadın yolcu isterse taksi çağırırken pembe taksi talep edebiliyor. Ama diğer türlüsüne de yani kadının tek başına erkek sürücülü bir taksiye binmesine de kimse birşey demiyor.
Bunlardan artık ülkeme de lazım cümlesi gayri ihtiyari çıktı ağzımdan. Sonra çok üzüldüm:(
Tabii ki bu ihtiyacı bana düşündüren muhafazakarlık değil, artan güvenlik ihtiyacı. Kadınların sokakta, takside, toplu taşımadan yaşadığı paranoya.
Ama hepsine tepeden bir bakınca olayın aslında insan olarak önce kendimize , sonra da başkalarına duyduğumuz saygının eksikliği ekseninde bir araya geldiğini düşünüyorum.
İyi insan olmak, başkasının özgürlüğünün başladığı yerde seninkinin bittiğini kabul etmek, içindeki hayvani dürtüleri ve öfkeyi kontrol altında tutabilecek bir kişilik geliştirmek ve bu özelliklere sahip olan insanların bulunduğu bir toplumda kendine ve başkalarına güvenerek yaşayabilmek..
Aşırı talepler mi? Yoksa olması gereken mi?
Öyle bir noktaya geldik ki bazen geri dönüşü yokmuş gibi geliyor.
Bir kanalda -adamın biri diyeceğim artık- çıkıp kadınlara mesleğinizi annelik ve eşlik görevlerinizin üstünde tutarsanız olmaz o iş anlamında seslenirken, biz kendine, başkalarına ve yaşadığı dünyaya saygısı olan iyi çocuklar yetiştirmeye çalışıyoruz.
Uzunca bir süredir tuvaletin kapısını kapatmayı unutmaması, bir başkası giyinip soyunurken odaya balıklama dalamayacağı mesajları verdiğimiz,  ama hala kardeşi meme emerken annesinin memelerini  zaman zaman oyuncak etmek isteyen çocuğumuza senin vücudun nasıl sana aitse ve özelse, bir başkasının ki de ona ait ve özeldir. Vuramazsın, öfkeni can acıtarak gösteremezsin, istemezse dokunamazsın, sen istemezsen kimse de sana dokunamaz diyoruz.
Ben altı yaşındaki, müzikle uyuyup uyanan, gözünü açtığı gibi piyanonun başına koşan çocuğumu, müstakil bir evde yaşamama rağmen, piyanonun durduğu duvar hiç bir başka eve komşu olmamasına rağmen, sabah belli bir saate kadar piyanodan uzak tutmaya çalışıyorsam, yapamadığımda kapısını, penceresini kapatıp öyle çalmasına izin veriyorsam, onun yanındayken komşularımıza rahatsız olup olmadıklarını sorarak bunun komşularımıza duyduğumuz saygı olduğunu göstermeye çalışıyorsam, gece 11' e kadar kendi dilini bilmeyen insanlara maç yayını yapan adamla aynı ülkeden mi geliyorum? Sorguluyorum..
Kırmızı ruju, topuklu ayakkabısı ve askılı bluzu ile erkek taksi şoförlerinin kullandığı taksilere rahatça binebilen kadınların bulunduğu bu şehir aynı zamanda kendi yerel halkının ihtiyacını pembe taksi ile karşılıyor. Ama benim laik, demoktarik, özgür geçinen ülkemde kadınlar minibüslerde, taksilerde öldürülüyor, tacize uğruyor. Eminim kadınlara özel kadın taksi şoförlerinin olduğu taksileri İstanbul trafiğine salsan, zaten diğer araçların tacizinden işi bırakırlar.
Savunduğum bu taksiler, kadınlara ayrı otobüsler filan değil yanlış anlaşılmasın. Bunun doğru olmadığını, ötekileştirmenin, aşağılamanın başka bir versiyonu olduğuna sonuna kadar inanıyorum. Ama olay o kadar yaşam özgürlüğü, günlük hareketlerimizin bile kısıtlanması noktasına geldi ki ben bile böyle bir cümleyi aklımdan geçirip sonra kahrolabiliyorum..
Normalde çok konuşmam, konuşamam.. Dinlerim, derlerim kendi içimde istiflerim.. Ama bu sabah hepsi bir anda doluşunca kafama yazma ihtiyacı hissettim. Aynı kafamda uçuştukları gibi.. Sıraya sokmadan, elemeden, tartmadan..



8 Mart 2015 Pazar

Twinkle Eyes

Bu resimdeki  Arda'nın boğazlarmışcasına tuttuğu zat-ı muhterem Arda'nın sınıfının maskotu.
Adı Twinkle Eyes.

Arda son iki senesinde isterse IB diploması alabileceği ama o zamana kadar ingiliz müfredatının hüküm sürdüğü bir ingiliz okuluna gidiyor. Okul seçimimiz yada seçim şansımızın olamayışı hikayesi bambaşka. Ama okuduğu okulun Dubai'nin en iyileri arasında olduğunu söylemem lazım. En iyi okul denen şeyin her çocuk için en iyi olup olmayacağını test ediyoruz biz şu anda.

Neyse konumuza dönersek, okulda bu bücürü her çocuk sırayla evine götüremiyor..

Seninle bir haftasonu geçirebilmesi için bunu 'hak etmen' gerekiyor. Nitekim sınıfta ikinci üçüncü tura dönen çocuklar varken daha birinci turu bile tamamlayamayan öğrenciler de oluyor.
Sonuç olarak Arda'nın Twinkle Eyes'ı eve getirebilmesi ikinci dönemin neredeyse sonlarını buldu. Ama    bu olayTwinkle Eyes' tan daha önemli gelişmeler silsilesinin bir sonucu olduğu için de bir blog yazısı hak etti.

Arda'nın sene başında ilk bir iki haftası Twinkle Eyes'ı ne yapınca alabileceğini anlamakla geçti. Zaten o zamanlarda Twinkle Eyes'tan daha önemli sorunları vardı. Yeni bir ülkede, hiç türkçe duymadığı bir ortamda koca bir günü geçirmek, kendini idare etmek, derdini anlatmak, olanı biteni anlamaya çalışmak, sınıf maskotunun neye göre verildiğini anlamaktan daha önemli ve zorlayıcıydı.

Başlarda bunun bir ödül, hem de sınıf içi kuralları düzenleyen tabloda en tepedeki ödül olduğunu anlayınca heyecanlandı. Fakat okulun ikinci ayının sonlarında artık dil problemini aşıp etrafındaki dünyayı daha net anlayan bir hale geldiğinde ve tabii aynı oranda kendini ifade edebilir duruma geldiğinde, sınıf maskotunu eve getirebilmek için bir hafta boyunca, Arda'nın özelinde kendine hiç uymayan/ doğru gelmeyen/ istemediği bir şeyleri yapması gerektiğinin farkına vardı. Ve Arda için konu orada kapandı!

O yeşil bücürün bizim eve gelmesine hiç gerek yoktu. Bir peluş oyuncak için aklına yatmayan şeyleri yapmaya da bizim bücürün niyeti yoktu. Ve bizim için meşakkatli günler başladı.

Biz de anne -baba olarak bir uyum sürecinin içindeydik. Okulu anlamaya, velilerin beklentileri ve bizimkilerin arasında bir uçurum var mı görmeye, doğru yerde olup olmadığımızdan emin olmaya çalışıyorduk. Tabii aynı zamanda Arda' nın adaptasyonu için ekstra bir destek vermek gerekiyordu.

Okuldan ilk sesler sınıf öğretmeninden geldi. 'Bazı aktiviteleri yapmak istemiyor, bunu açıkça söylüyor ve ikna edemiyorum' diyordu.. Zaman zaman öğretmeninin ikna çabaları sonrasında sinirlendiği, bağırdığı, arkasını döndüğü, küsüp kitap köşesine bile gittiği oluyordu. Yapmak istemiyorsa yapmıyordu..

Bu durumun öğretmeni açısından iki zorluğu vardı. Birincisi sınıfın ortasında kendine itiraz eden ve çoğunlukla da ikna edemediği bir öğrenci sınıf içindeki otoritesini sarsabilirdi. ( Sarsabilir miydi gerçekten? Bu noktada şüphelerim var )
İkincisi itirazların nedenini anlayamadığından çözüm üretemiyordu ve bir kısır döngünün içinde dolanıp duruyorlardı.

Genelde bize geri dönüş yapıyor, Arda ile konuşur musunuz diyordu. Biz zaten hep konuşuyorduk.. Konuşmak her zaman çözüm olmuyordu. Çünkü zaten mizacı zor olan bir çocuk, üstelik altı yaşında bir çocuğun mantıklı yada mantıksız her zaman verecek bir cevabı vardı.Biz önce kendi içimizde sorunun nedenini anlamalı ve öğretmene yol göstermeliydik.

Ev değiştirmenin bile çocukları zorladığını düşününce ülke değiştirmek ve yeni bir okula başlamak epeyce yorucu olmalıydı. Bunun okul da biz de farkındaydık. Ama bunun ötesinde de birşeyler vardı.

Arda hiç bir adımını sorgulamadan atmıyordu, hala da atmıyor. Bu hep böyleydi. Neyi neden yaptığını anlamadığı sürece onu bir şeyi yapmaya ikna etmek mümkün değildi. Öğretmenine attığı her adımın nedenini kısaca Arda' ya anlatmasını söylemek zor olmadı. Asıl zorluk eğer açıklanan neden Arda' ya göre doğru yada mantıklı değilse onu buna ikna etmekti.

Bir tarafta da istedikleri ve istemedikleri vardı. İstemediğini söylemeyi, bundan çekinmemeyi biz öğretmiştik kendisine. Peki ya istemesek de yapmak zorunda olduklarımız? Zorunlukluklarımız ve sorumluluklarımız?

İşte orada sınıfta kalmıştık anne -baba olarak..

Evde sorumluluk vermekte, hoşuna gitmeyen ama yapmak zorunda olduğu şeyleri yapması için direnmekte pek başarılı olamamıştık. Bir de bunun üstüne bir başkasından görüp de istemek yada arkadaşı yaptığı için yapmak gibi şeyler Arda'nın lügatında olmayınca, ortaya sadece istediklerimi yaparım, aklıma yatmayan ve istemediğim hiç bir şeyi de yapmam diyen bir birinci sınıf veledi çıkmıştı ortaya.

Ve işin bu kısmının ülke filan değiştirmekle bir ilgisi yoktu. Türkiye'de de okula başlasaydı bunlar yaşanacaktı.

Bizim açımızdan tek fark şu olacaktı. Velinin kendi ana dili haricinde bir dilde çocuğu hakkında dert anlatması kolay iş değil. İşte bu noktada daha rahat olacaktık. Ayrıntıları kaçırıyormuş yada her istediğimizi anlatamıyormuş gibi hissetmeyecektik.

Önce Arda' ya neden derste öğretmeninin sözünü dinlemesi gerektiğini, okulda neden her istediğini istediği an yapamayacağını anlattık. Anlattık derken öyle bir seferde değil tabii. Kısa kısa, her bir yaşanan olay sonrasında, bazen sakin, bazen sakin kalmaya çok çaba sarfederek, bazense seslerin yükseldiği ortamlarda.

Evde de yapmak istemeyip de yapmak zorunda oldukları konusunda direndik. Eşyalarının yerini bilmesi gibi, kendi işini kendi yapabileceği durumlarda işi ona bırakmak gibi. Çantasını hazırlamanın kendi sorumluluğu olduğunda ısrarcı olmak gibi..

Ama öte yandan o çanta eksikse bir şekilde hatırlatıp tamamlatmak da gerekiyordu. Türkiye de olsa eksik eşya ile git ve sonuçlarına katlan derdim ama burada eksik eyşa bana okuldan not olarak geri dönüyordu. Hala buradaki çelişkiyi anlayabilmiş değilim. Çocuğun yapabileceği pek çok şeyi anne babanın sorumluluğuna vermek ve onlardan beklemek ile o çocuğun okuldaki sorumluluklarına sahip çıkmasını örneğin çıkış saatinde dolabını toplamasını beklemek çelişki değil de nedir?

Neyse geri dönüyorum konuya.
Biz bir takım adımlar atmıştık ama Arda' nın hala derdi vardı. Neden kesip yapıştırmak, boyamak zorundaydı? Neden beden dersinde koşması gerekiyordu. O zaten öğretmeninin her anlattığını çok iyi anlıyor ve öğreniyordu. Sorduğunda cevap veriyordu. Bir de neden ekstradan hoşuna gitmeyen aktiviteleri yapmalıydı?

Bir noktada haklıydı. Dersleri ile ilgili hiç bir sorunu yoktu. Her zaman öğrenmeye açtı ve verilen neyse alıyordu. Kendisine birşey öğretilmesi ile değil, amacını anlayamadığı gereksiz bulduğu ve buna bağlı olarak yapmak istemediği şeyleri zorla yapmakla derdi vardı.

İşte tüm bunlar defalarca öğretmeni ile okul müdürü ile konuşuldu.

Aslında okul da biz de yapmak istemediği durumları anlayabiliyorduk. Ama hangimiz hayatta yapmak istemediğimiz hiç bir şeyi yapmadan mutlu mesut yaşıyorduk ki? Öyle bir dünya var mı? Sorumlukluklarımızı her zaman isteyerek mi yerine getiriyoruz? Zaman zaman hele ki okul gibi bir ortamda, ortama ve duruma uymak, herkesle birlik olup hareket etmek de önem kazanıyor.

Bu çatışmalar bazen yön değiştiriyor, 'neden hep sizin dediğiniz oluyor da benimki hiç olmuyor' a varıyordu. Aslında yapmak istediği pek çok şeyi yapıyor , peeek çok konuda seçim hakkını kullanıyordu ama bu ona yetmiyordu yada bu özgürlüğünün farkında değildi.

Zorunluluk/ sorumluluk adlı ana-baba çalışmamıza bir de bunu ekledik. Her seçim yaptığında bunun farkına varmasını sağlamaya çalıştık hala da çalışıyoruz. Bizim de istemediğimiz pek çok şeyi yaptığımızı, öğretmeninin de kendi hayatında istemediği bir dolu şey yapmak zorunda olabileceğini arada hatırlatıyoruz.

Okulun kuralları olduğunu, bu kurallara uymamız gerektiğini, kurallara herkesin uymadığı durumlarda nasıl bir kaos yaşanabileceğini.. Aklınıza ne gelirse ortaya döküyoruz.

Tüm bunların sonucunda halfterm (burada dönem ortalarında da bir hafta tatil oluyor okullar ) den önceki son iki hafta nispeten uyumlu ve sakin geçti. Haftanın ilk üç günü dayanıyor, son iki gününde artık sabrı yetmiyordu.

Ben onun bu çabasını, aslında herkesle aynı şeyleri aynı zamanda yapabilmek, kendisine her söyleneni itirazsız kabul edebilmek için ne kadar uğraştığını gördükçe ve bu uğraşının sonlarına doğru sabır küpünün dolduğunu ve o noktalarda patladığını farkettikçe bir takım şeyleri daha çok sorgular oldum.

Gerçekten herkes gibi olması gerekli miydi? Herkesle herşeyi aynı şekilde yapması, istemediği her aktiviteyi bitirmesi vs.. Bir yanım bunları sorarken diğer yanım uyumsuz olmayı kendine hak görürse ileride çok mutsuz olabilir diye dürtüyordu beni. Zaten şu anda kendini de sorguluyordu hem de acımasızca.

Anne ben bilmemkim gibi koşmak istemiyorum. Hoşuma gitmiyor. Yada diğer çocuklar öğretmenin her dediğini çok sevinerek yapıyorlar, neden o kadar sevindiklerini anlamıyorum. Koca bir sayfayı boyamak hiç de sevindirici değil vs vs.

İşte bu gelgitler içinde tatil bitti okula geri dönüldü ve ilk hafta çok ama çok kötüydü.

Okuldan çağrıldığımda bu sefer bir silkindim. Hayır dedim bu sefer ben uyarmayacağım Arda'yı.  Sorun bakalım neden istemiyormuş. Bir sefer de siz öneri getirin ne yapabiliriz diye. Ben her okul çıkışı çocuğuma vaaz vermek yada azarlamak istemiyorum. Madem öğretmenleri var biraz da onlar anlatsınlar sorumluluklar ve zorunluluklar neden var..

Ne oldu bilmiyorum. Aslında az çok biliyorum. Benim o konuşmamdan sonra öğretmeni günlük bir sticker chart hazırladı. Gün içinde sticker larının hepsini alırsa akşam çıkmadan on dakika ne isterse yapabilecekti. Bu öğretmenine şarkı öğretmek de olabilirdi, okulun tiyatro sahnesinde kendi oyununu kurmak da.. Bunlar Arda için çok çekici ödüllerdi.

Buna rağmen bu plan bile yüzdeyüz çalışmadı. Diğer çocukların stickerleri yok dedi evet dedim çünkü senin bazı şeyleri itiraz etmeden yapmak için alışkanlık kazanman gerekiyor. Onlar zaten itiraz etmiyorlar. Bu alışkanlığı kazanana kadar senin stickerların olacak. Gerek yok dedi. Almasam da olur. Yok dedim kaçarı yok, bu sana anlatmaya çalıştığımız zorunluluklardan biri..

Bir hafta uğraştı. Her denileni yapmak, sorgusuz sualsız kabul etmek ve itiraz etmemek için..

Sonucunda bu haftasonu Twinkle Eyes bizdeydi. O maskotu eve stickerler getirmedi adım gibi biliyorum. Umrunda bile değildi.

Zaten Twinkle Eyes i aldığına değil de öğretmeninin gönderdiği günlük emailde  Star of The Week'i açıklarken kendisi için kullanılan cümlelere sevindi.

Sevindi sevinmesine de ne öğrendi?
Bence Arda bu hafta kendini kontrol edebilmeyi öğrendi. Bunun ödülü de sınıf maskotunu eve getirmek oldu.

Yoksa öğretmenimin dediklerini yapınca günüm daha güzel geçti, kimse ile çatışmak zorunda kalmadım, eğlendim de üstelik ve maskotu aldım çıkarımını yapabilecek mi? Peki ya gerçekten öyle mi oldu? Eğlendi mi? İsteyerek mi yaptı? Peki yapması gerekiyor mu? Gerçekten hiç itiraz etmemesi mi gerekiyor? 6 yaşındaki bir çocuğa itiraz edebileceği ve edemeyeceği şeylerin ayrımını nasıl anlatırsınız?
Bu sorular benim kafamın içinde dönüp duruyor.
O ise koydu yeşil bücürü çantasına hoplaya zıplaya gitti okuluna.. Haydi rastgele..

5 Mart 2015 Perşembe

Yavaşlığa geçiş de sancılı olabilirmiş meğer..

Son günlerde burada yaşamaya başladığımızdan beri adım adım yavaşlığa alışma sürecimiz ve bu döngünün içinde kalmak yada döngüyü kırmak konuları  kafamda uçusup duruyor.
Geçtiğimiz hafta Çağlar Londra' ya gitti işi için.. Ve döndüğünde her yer çok kalabalıktı, herkes koşuyordu dedi. Oysa ki iki sene önce ailece gittiğimizde bize o kadar da koşuyormuş gibi gelmemişti o koca şehir..
İstanbul'un her daim gümbür gümbür atan bir kalbi, bol gürültüsü, sokaklarında hiç bitmeyen bir devinimi vardı. Sen o devinim içinde dengeni kaybetmeden ayakta durmaya çalışırken, kah kalabalıkla akıyor, kah kenara çekilip koşturan güruhun geçmesini bekliyordun ama geçmiyordu, bitmiyordu.. Londra da kendi ritminde akıyordu işte. Bize çok da hızlı gelmemişti o zamanlar..
Şimdi de gece gündüz yaşayan ama kendi iç ritmi çok da hızlı olmayan bir şehirde yaşıyoruz. İlk başlarda yavaşlığa geçişimiz sancılı olduysa da şimdi zamanı parçalara bölmeye, zaman zaman sadece durmaya, dururken bir sonraki adımımız için kalp çarpıntısı yaşamamaya alıştık sanki. Alışmış olmalıyız ki Londra Çağlar'a çok hızlı, koşturmaca dolu görünmüş..
Oturduğumuz bu mahalleye yeni taşındığımız ve evi yerleştirme hengamesinin bittiği günlerin birinde, Çağlar haydi dedi, havuza git, ben çocuklarla vakit geçiririm.
Akşam 20:00 civarıydı. Yatmalarına yarım saat -kırkbeş dakika filan vardı. Havuza gidip, dönmem için yeterli bir süre.. Hava kararmış ama yapış yapış bir sıcak var.. Evden havuza yürümem 3 dakika filan sürüyor herhalde, o denli yakın.. Çıktım, daha kaldırımı bitirmemiştim ki bir korku kapladı içimi. Sessizlik, sokakta kimseyi göremiyor olmak yüreğimi sıkıştırdı.
Etrafta bizimkinin aynısı evler ve camlarında ışıklar vardı , kiminin garaj ışığı yanıyordu, hatta bahçelerden tek tük konuşma sesleri de geliyordu.. Dönüp bağırsam Çağlar dahil pek çok kişi fırlardı sokağa..
İleride havuzun bulunduğu parkın ışıkları görünüyordu, hızlıca yürüdüm. Havuzun etrafı insan dolu. Önce korktuğumdan utandım. Sonra serin suyun içindeyken sıcaktan uyuşan beynim yerine gelmiş olmalı ki aslında hissettiğim şeyin korku değil, metabolizmama uymayan düzenin getirdiği rahatsızlık duygusu olduğunu farkettim.
Akşamın sekizinde hiç bir hazırlık yapmadan yürüyerek havuza girmeye gitmek, karanlıkta, açık havada aydınlatılmış suda yüzmek ve çocukları yatırmak için zamanında evde olabileceğine emin olmak..
Koşmaya, dakikaları planlamaya, her güne sadece ama sadece bir program yapabilmeye alışmış bünyeme çok fazla gelen bir rahatlıktı.
Kısacık yarım saatin aslında ne uzun olduğunu farketmek, uzay boşluğunda kaybolmakla eşdeğerdi o akşam benim için. Beni huzursuz etmiş, huzursuzluğumu da boş sokak ve karanlıkla birleştirip korktuğumu düşündürmeye yetmişti..
Şimdi hala zaman zaman elimde arta kalan zamanlar olunca huzursuzlanıyorum. Hatta bazen evde arıza çıkardığım bile oluyor :) Ama o korkunç rahatsızlık hissi yerini yavaş yavaş rahatlığa bırakıyor,ben de, Çağlar da, çocuklar da  hepimiz alışıyoruz. Daha yavaş olmaya, zamanı daha rahat planlayabilmeye ve bazen sadece durmanın da güzel olduğunu farketmeye..
Hatta belki çocuklar yavaşlamaya daha hazırlar bizden. Çekelenmedikleri, hadi hadi lere boğulmadıklarında daha sakin, daha uyumlular..
Diyeceğim o ki insan öyle birdenbire koşmaya alışmış bünyeyi yavaş programa alamıyormuş. Ona bile vakit gerekiyormuş. Hani hep özenip ah azıcık daha vaktim olsa diye hayıflandığımız o günler, dakikalar aklına geliyormuş.
Şimdi ise bütün aile değil ama ben önemli bir sınırdayım. Günlük rutini sağlamış, oldukça rahatlamış bir anne olarak, burada pek çok kişinin düştüğü tembellik kuyusuna düşebilirim ki bu illa kötü bir şey olmayabilir. Nitekim zamanının çok olmasına alışmış, hiç bir işini aceleye getirmeden yapmanın keyfini çıkaran ve bundan çok mutlu olan insanlar var. İçin için gıpta ediyorum onlara.
Ya da plan program yapmayı, önünü görmeyi seven yapıma uygun olarak titreyip kendime gelebilir, bir ucundan üretime geçebilirim. Ne üreteceğim henüz muamma olsa da :))
Amacı olunca motive olanlardanım ben, bu ister evin bir köşesini değiştirmek düzeltmek olsun, isterse bir organizasyonda rol almak olsun, ne olursa olsun kafamın içinde gideceğim yol belli olmayınca yönünü kaybedenlerdenim..
Şimdiye kadar yönümü kaybedip boğuldukça ilk başlarda çok çaresiz ve işe yaramaz hissetiysem de, zamanla kendime ufak tefek işler yaratmaya, minik varılacak noktalar belirlemeye ve bunlara ulaşırken de acele etmemeye alıştırdım kendimi.
Ancak artık durağan yaşamaya meylediyorum yavaştan. Farkediyorum ki o güne ait bir plan yoksa eskisi gibi huzursuzlukla kıvranmıyorum artık. Bu hem iyi hem kötü. İyiliği ruh sağlığıma , kötülüğü ise   işte o bahsettiğim tembellık kuyusunun kenarlarında gezinmeye başlamamda..
Bir kaç senedir burada yaşayan bir arkadaşım benim son günlerdeki gitgelli ruh halime başka bir açıdan yaklaştı geçen günlerde.
Dedi ki : 'Sen çocuğun varken çalışmanın nasıl bir şey olduğunu ve yapılabileceğini, aynı zamanda da çalışmayan anne olmanın da nasıl bir şey olduğunu biliyorsun. O yüzden evde iki çocuk varken bile aklın hala çalışmaya, üretmeye, birşeylere dahil olmaya kayabiliyor ve belki yapabilirsin de. O yüzden kıvranıyorsun. Oysa ben evdeyim ve çocuğuma bakıyorum diye kodlamış olsaydın beynini zaten aklına gelmeyecekti tüm bunlar..'
Hak verdim söylediklerine.. Bu da yavaş akan bir hayat düzenine alışmaya çalışan ama bir yandan da tümüyle o döngünün içinde durmak istemeyen bünyemin eski alışkanlıklarına dönme isteği belki de..
Ne yardan ne serden geçememe halleri beni nereye savuracak göreceğim.
Şimdilik kuyuya düşmeden etrafında oyalanıyorum. Keşke hep burada kalabilsem:)

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails