28 Aralık 2011 Çarşamba

Palyaço

Keşke boyamasalar yüzlerini çocukların, içinde ne olduğu belli olmayan boyalarla..
Peki bu kadar mı sevinir insan suratı boyandı diye?
Kendimden pay biçince, huylanırdım heralde yüzüme gözüme birşeyler sürseler, ıslak ıslak, soğuk soğuk..
Ben bir an önce yüzünü yıkama telaşındaydım, kendisi ise aynaya bir daha bakma telaşında..
 Biliyorum silme diyecek..
Fotoğrafını çekelim de öyle silelim deyince ikna oldu yüzünü yıkamaya..
Ve tahmin ettiğim gibi kızardı yanakları ve burnunun ucu bir süre :(



25 Aralık 2011 Pazar

Bir Saftirik Oğlan

Kızların cingöz mü cingöz, oğlanların ise çok daha saf ve düz, oldukları gibi olduklarına bir kere daha kani oldum..
Saftiriklik konusunda ise başı kendi oğlum çekmekte.
Bugün bir doğumgünündeydik. 
Anneler ve çocuklar buluşması tadında..
Doğumgünü çocuğu dahil, üç adet 6 yaş civarı, ve bir tane de 1,5 yaşında kız çocuğu ile bir adet 6 , bir adet 3, bir adet de 2 yaşında üç erkek çocuğunu bir araya getiriseniz ne olur? Erkeklerin esamesi okunmaz ama kızlar güne damgasını vurur..
Oynanan bütün oyunlarda, oyunu yöneten, hatta oyuna dahil erkek çocuklarını da yöneten, en çok sesi çıkan, kazanan, kazanamayınca acısını bir şekilde çıkaran ve tüm bunlar olurken kendi aralarında kıyasıya bir rekabete giren cingöz ötesi cimcimeleri izledik bugün. 
Oyunun devamı yada bozulması tamamen  onların arasındaki iç çekişmeye bağlıydı ve şaşkın erkeklerimizin bunu anlama olasılığı yoktu :)) 
Onlar hımm oyun bitti deyip, kendi oyunlarına daldılar, biraz sonra aa yeniden başlamış deyip devam ettiler :)
Şimdi ben anladım ki kızlar, her olayı binbeşyüz yönden görebilme yetisi ile dünyaya geliyorlar. Daha minicikken bile ikili, üçlü ve hatta çoklu ilişkilerde karşılarıdakinin ciğerini okuyup, olayı kendi istedikleri istikamette götürmek için binbir cinlik yapabiliyorlar. Öyle zekice, ortamı öyle iyi tartıp yapıyorlar ki bunu koskaca bir kadın olarak ben dışarıdan bakarken hem nasıl düşündüklerini sezebiliyor hem de yürüttükleri politikaya şaşırıp kalıyorum. 
Altıncı hislerinin gelişmiş olması için büyümelerine gerek yok yani..
Ve bir yandan da düşünüyorum biz de mi böyleydik küçükken, yoksa hala böyleyiz de farkında mı değiliz?
İç seslerimiz erkeklere oranla çok daha kuvvetli, insanlar arasındaki gelgitleri elektriklenmeleri bir erkeğe göre çok daha rahat sezer kadınlar. Kendi aralarındaki rekabet hem var hem yoktur.. Sanki sadece yaşımız büyük olduğu için kendimizi baskılayabiliyor, akıllı edepli uslu davranış nasıl olur onu biliyoruz gibi geliyor bana düşündükçe.. Ama içerideki o içses durmadan konuşmuyor mu bizimle?
Bir seferinde bir cafede, Arda ile aynı yaşlarda bir kız çocuğu Arda' yı her türlü işe koştuğu ve kurallarını tamamen kendisinin koyduğu bir evcilik oyunu kurmuştu. Arda' nın olayın vehametini anlayıp, ama hiç benim dediğim olmuyor bu oyunda demesi epeeey vakit almıştı.
Bir seferinde de Arda' nın ortamdaki oyuncağı elde etmek istediğini sezen cinfikirli bir hatun, oyuncağı bir alıp bir bırakarak bayağı dalga geçmişti bizim cüceyle.. Oyuncağa ulaşması için ciddi plan kurması gerekti sıpanın ama bunu akıl ettiğinde de vakit oldukça ilerlemişti :)
Demem o ki, bugün bir sürü anne miniklerin hem eğlenmelerini , hem de zaman zaman çekişmelerini izlerken, yaklaşık olarak hep aynı sonuca vardık: bu cimcimeler çok cin çok!!




Ortamın küçüğü olarak en çok eğlenenlerden biri Arda oldu sanırım. Ne kışt diyeni vardı, ne de çekeleyeni, aksine yediği önünde yemediği ardında, binbir oyuncağın ve oyunun içinde çok keyifli bir gün geçirdi. 
Gün içinde kendisini pek görmedim ama eve dönüş yolunda bütüün oyunları öğrendim bir bir..
Şapka kapmaca sanırım favori oyunmuş, lak lak ederken benim gibi içerideki cümbüşü kaçıran annelere duyurulur :)



Yemek yemek yemek..

Yemek yemek gündemim olan bir konu değil..
Az yemek yenir bizim evde..
Hani şöyle yiyeceği yemeği hayal eden, canı birşeyler isteyen, onu önünde bulunca iştahla yiyen, yanındakilerin de iştahını kabartan insanlara özenirim bazen..
Yediğim porsiyonlar zaten küçük, sık sık acıkıyorum ama oturup tıka basa yemek yemek benim becerebildiğim birşey değil..
Koca kişisi haliyle benden fazla yer ama hemcinslerine oranla pek zayıftır yemek konusunda.. Uzunca bir süre bizim evde akşam yemeği yenmedi bir dönem, mesela..
Az yiyerek sağlıklı mı besleniyorum(z)? Hayır! Aksine abur cubur, tatlı, çikolata katsayım çok yüksek..
Kocanın da kuruyemiş, cips alanında uzmanlığı var..
Arda' dan sonra yemek düzenimiz ve alışkanlığımız değişti tabii bir nebze, en azından masa kuruluyor, akşam yemeklerinde birlikte oturuyoruz. Acıkmasak da, az yesek de göstermelik yapıyoruz işte birşeyler.
Tabii bazen bizim de canımız hadi şunu pişirelim diyor ama, az işte az..
Yemek yemek Arda için de gündemim olmadı hiç. Çünkü kendisi bizim aksimize oburgillerden (di).. Ağzına verilene hiç hayır demeyen, her gördüğünün tadına bakmak isteyen bir çocuk olarak büyüdü. Benden fazlasını yediği dönemler oldu. Hatta bir dönem onun bu damak tadına düşkünlüğü beni korkuttu. Yaşına uygun olmasa da, her gördüğünü mutlaka denemek istemesi , bizim eve giren yiyeceklere kısıtlamalar gelmesine neden oldu. Yaşından sonra ise normal olarak porsiyonları küçüldü, iştahı azaldı. Yine de yemek yemek konuştuğumuz bir konu değildi. Acıktığında yiyordu..
Şimdi ise bu bilmediğimiz bir konuda çok fena tökezliyoruz.
Okulda sorun yok, önüne ne gelirse yiyor.
Ama eve gelince işler değişiyor.
En sevdiği yemek pilavmış mesela ve her akşam yemeğinde pilav olacakmış. Pilav yoksa yemeyeceğim'ler başlıyor. Tamam yeme demek çözüm değil, sabrımızı deniyor, ama anne ben bu yemeği sevmem, neden pilav yok, neden pişirmedin vs vs vs..
Buna paralel bir 'tatlı bir şey istiyorum' talebi var ki, şu ana kadar acaba şekeri mi düşüyor neden devamlı tatlı bir şey istiyor sorularımı doktor kontrolü ile def ettiğimden, biliyorum ki tatlı bir şey istiyorumun açıklaması: Acıktım ama sunduğun yemekleri yemeyeceğim, benim istediğim yemek olmalı!!
Diyorum ya yemek konusunda çok antremansızım. Peşinden koşmak yada alternatif sunmak, yada ne bileyim konuyu dağıtıp çaktırmadan yemesini sağlamak filan zor geliyor, yapamıyorum.
Yeme diyorum genelde..
Ya bir iki kaşık alıp iniyor masadan, yada inada bindirip neden o yemek yok bu yemek yok polemiğine giriyor benimle..
Nitekim bu akşam da, üstelik sevdiği bir yemek olduğu halde, pilav krizi çıktı. Kriz dediysem bir kaç pazarlık ve nedenli sorular. Bunun sebebi aslında buzdolabında 'gördüğünü sandığı' zararlı neşriyat, ki yanlış gördü üstelik..
Yemek yemiyorsan, bu akşam başka yiyecek bir şey yok dedik ama kendisi şu yaşa kadar bu cümleden bir haber olduğundan, pek idrak edemedi sanırım. Sofra kalktı ve beklediğim üzere onuncu dakikada anne bana tatlı bir şey ver dedi. Yemeğini yemediğin için başka yiyecek bir şey veremeyeceğimi söylemiştim dedim, o anda anladı durumun vehametini.. Binbir pazarlık, biraz gözyaşı.. Kabullendi ve gitti..Gece yatarken gurulduyordu resmen..
Fena hissettim kendimi ama gel gör ki sabaha aç kalktığı için, sorunsuz sayılabilecek bir kahvaltı saati geçirdik..
Yine de keşke aç yatmasaydı...


22 Aralık 2011 Perşembe

Suaygırı eşittir hipopotam

Hep böyle oluyor..
Ne zaman ki bana aynı kitapları okumaktan fenalık geliyor, o zaman kitap yüklenip geliyorum eve.. Nedense pek de sık oluyor bu durum..
Yeni getirdiklerimin başına geleceği de biliyorum alırken:
Yeni herşeye mesafeli yaklaşan cüce önce hepsini birer kez okutacak, ciddi ve bol sorulu bir dinleme yapacak.
Sonra bir kısmını ileriki bir zamanda - nasıl oluyorsa ilgisi depreşiveriyor bir an - işte o ana kadar görmezden gelecek. Aklına yatanları ise akşamları eski aşkları ile harmanlayıp yavaş yavaş okutacak..
Öyle bir gecede iki yeni kitabı arka arkaya okumak, mümkün değil..
Öte yandan da sevdiği kitapların serilerinden haberdar olmaya başladı kendiliğinden. Kitapların arkalarına bakıp, serinin diğer kitaplarının isimlerini okutarak, içlerinden seçmece yapmaya, istediklerini söylemeye ve bunları beklemeye başladı ki, hoşuma gidiyor bu durum..
İşte durum böyle iken dün akşam Mutlu Suaygırı' nı ve Sakar Cadı Vini Uzayda'yı çıkardım ortaya.
Sakar Cadı' ya hasretle sarıldı. Sanki bütün Sakar Cadı serisini biliyormuş da bir bu eksikmiş gibi, arayıp da bulamamış gibi..Acayip bir muhabbet var bu çirkin cadı ile aralarında. Soluksuz okuduk Vini' yi.
Sonra aaa hipopotam anne diyerek diğer kitabı aldı eline.
- Yok annecim o hipopotam değil su aygırı! ( Cahil anne iş başında! )
- Hayıııl o hipopotam!
- Hımm benziyorlar demek, okuyalım mı? (Duruma ayamamış anne ısrarcı! )
- Okuyalım
Bir yandan kitabı kesiyorum acaba gerçekten o bir hipopotam mı, suaygırı ile hipopotam aynı şey mi? Valla da benziyorlar! Banyodaki havlu askısı -ki kendisi bir hipopotam, üstelik mor- aynı bu işte!
Kitapda milyon kere suaygırı kelimesi geçiyor.
Suaygırı olmak istemiyorum yo yo yo! diye söylediği şarkı ise bilmem kaç defa !
Her seferinde anne o hipopotaaam diyerek düzeltmesini ancak minik su aygırının şarkısını seslendirerek durdurabildim. İşin içine şarkı türkü girince akan sular durdu tabii. İçinden şarkının uğruna hadi suaygırı olsun demediyse ne olayım..
Kitap biter anne bilgisayara sarılır ve eveeett suaygırı = hipopotam! sonucuna ulaşır.
Kös kös geri döndüm, kusura bakma annecim evet o bir hipopotammış, suaygırı ile hipopotam aynı şeymiş, sen doğru biliyormuşsun..
Haklı çıktığına mı sevindi yoksa tombul suaygırını mı sevdi bilinmez ama bir aydınlandı yüzü..
İlk defa eskileri ile harmanlamadan yenilerinin arasına gömülüp uyudu..
Anneye ders 1: Çocukla inatlaşma, onun dimağı senden daha zinde,biliyor olabilir..
Anneye ders 2: İyice öğrenmeden çocuğun önüne yeni birşey koyma, önce kendin çalış..




20 Aralık 2011 Salı

Tembel bünyeye faaliyet birebir

Hiiiç bir şey yapmadan oturamam derdim hep, mümkün değil dayanamam öyle bomboş durmaya.. Durabiliyormuşum..
Dünden kalan kafa karışıklığı ve gerginlik yerini pelte olmuş bir 'ben' e bıraktı..
Koskoca gün oturdum..
Oturmaktan totom ağrıdı,,
Sonra kapı önüne çıkıp servisi bekledim.
O arada yağmuru dinen havayı soludum, hah biraz açıldım derken servisin kapısı açılır açılmaz
- Anneeee hediye yaptık biz bugün , sana yılbaşı ağacı, babama da elma yaptım ama yılbaşında vericem,
diye anlatmaya koyulunca cüce, bir de üstüne
- Hadi şimdi ev okul olsuun, ben öğretmen oliyiim, sen de çocuk oooll, sonla faaliyet yapalım,
diye girince eve, o dakikada anladım ki benim oturma saltanatım sona ermiş bulunmaktadır..
Faaliyet, etkinlik, aktivite kelimeleri de okul ile birlikte evimize girip çıkmak bilmemiş, küçücük ağızda pek koca duran kelimeler..
Yok mu daha basit bir anlatı mı, hani boyama yapalım, resim yapalım, kağıt keselim değil, 'faaliyet ' yapalım.. Bir de bu faaliyet kelimesinin içi öyle dolu ki.. Hamurdan tut, elişine, boyamadan tut, dergi çalışmasına kadar herşey bu kelimenin içinde..
Faaliyet yapalım da ne yapalım, üstelik çoook üşeniyorum diye içimden geçirirken çok aramam gerekmedi, malum öyle ha deyince uyduramıyorum bir şeyler. Ayça sağolsun en basitinden yapmış tarifleri, bizim akşamımıza da boyaya bulanmış bir Arda ile bir karton ağaç konuverdi..


Arda' yı temizlerken iyice açıldım ama iyi oldu,,
Demek ki neymiş ?  Tembel bünyeye faaliyet iyi gelirmiş..

Bu sabah


Gri günü aydınlatan bir turuncu şemsiye..




19 Aralık 2011 Pazartesi

Barıştık

Bir heyecan, bir koşturmaca ve bilinmeyenlerin getirdiği hafif bir gerginlikle karışık kalp çarpıntısı var bugünlerde evimizde..
Akşamları ucu hayallere açılan hararetli konuşmalarımızın sonu gelmiyor..
Arda her zaman gördüğünden ve duyduğundan fazlasını hisseder, sanırım tüm çocuklar da böyledir..
Onun topladığı hislerini kocaman kabına doldurduğunu düşünürüm bazen. İçlerinden sevmediklerini ilerleyen bir zamanda ayıklamak ve atmak üzere..
Yorumsuz kaldığı her konuda, cevap vermediği sorularda içeride bir evirip çeviriyordur durumu.. Bir süre, bazen bir kaç gün sonra ya yorumu dile gelir yada süzüp ulaştığı sonucu açıklar birdenbire..
Ama iki hafta önce hiç yapmadığı bir şey yaptı, durduk yere ama gerçekten durduk yere ağladı.
Aynı gün içinde bir tanesi uydurma bir sebep göstererek olmak üzere, bir kaç defa, sebepsiz ve apansız..
Şaşırdım (k), arkadaşlarımız şahittir ki ilk anda anlamadık ama aynı günün akşamı açıklaması kendi ağzından geldi:
 ' Anne hani ben çok ağladım ya bugün, siz hep konuşuyorsunuz, benimle ilgilenmiyorsunuz , öyle diye ağladım!'
Onunla ilgilenmemek? Mümkün mü bu?
Her sorusuna cevap vermek, davet ettiği oyunlara iştirak ediyor olmak, sohbet etmek.. Bunların hiç biri ilgilenmek olarak algılanmamıştı demekki. Günlük temel ihtiyaçlarını tabii ki saymıyorum.
Oyunlara iştirak ediyoruz tabii ama kafamız orda mı?
Ona cevap verirken aklımız uçuş uçuş başka yerlerde değil mi?
İsteklerini yerine getirirken aynı zamanda binbir türlü tilkiyi dilimizde ve kafamızda dolaştırmıyor muyuz?
Evet bunların hepsini yaptık ve o küçücük haliyle buna içerlemiş, bir de sonra toparlamış ve açıklama getirmişti..
İstediğimiz kadar anlatalım, paylaşalım, sarılalım, öpelim, mıncıralım, oynayalım o içeride az biraz hızlı atan kalbimizi hissediyor işte..
Yaptığı açıklamadan sonra özür diledik kendisinden. Zaman zaman anne babaların konuşması gereken yada ilgilenmesi gereken bazı konular olabilir ama bundan sonra bu konuşmaları onun oyun saatinde yapmayacağımızı söyledik, bize sabrettiği için de teşekkür ettik.
O günden bugüne elimizden geldiğince ona ait zamanlardan kendimize çalmadık..Bizim heyecanımızı kafasında somutlaştırması için gereken malzemeleri sağlamaya çalıştık..
Ve sanırım barıştık ..  :)
Bu ay Meraklı Minik' in girdiği her evde yapıldığı gibi bizde de geyikli kurabiyeler yapıldı ama yenmedi..


12 Aralık 2011 Pazartesi

Kat Karıştır - Yap Yakıştır

Masal ve hikaye canlandırıyor musunuz siz de?
Bazen masalın içine girip, herhangi bir karakter olup, bazen de dışında durup her bir karekteri ve ortamı yaratarak?
Bu yeni oyun ve son günlerde görmeyi en çok sevdiğim kareler bunlar işte..
Farklı oyuncakları bir araya getirip, karıştırarak oynamakla başlayan sürecin ( tren istasyonu yapmak için başka bir oyuncağı kullanmak gibi ), bu kadar keyifli bir yere varacağını düşünmemiştim..
Sakar Cadı Vini' nin Doğumgünü Mizanseni
Kalemler: Çimenlere bırakılan hediyeler
Dikdörtgen ve çıkıntıları: Bahçedeki labirent
Kuleli Platform: Zıplama Kalesi
Lego Adamlar: Kuzen Püskül ve Marmelat Dayı
Yerdeki Korsan: Korsan
Hamurlar: Pasta ve diğer yiyecekler
Kadraja girmeyenler: Sakar Cadı Vini ( bir el kuklası ) ve kedisi Vilbur (lego kedisi)

3 yaşın kıpır kıpır zihninin ürünleri benim 33lük hantal beynimi de zorla, dürte dürte hareketlendiriyor ya , ben onu seviyorum asıl..


7 Aralık 2011 Çarşamba

Mim diye birşey vardı değil mi?

Gerçekten mim diye birşey vardı, daldan dala konardı, bazılarını okumak hem güzel hem eğlenceli olurdu.. Böyle birşeyin varlığını bile unutmuşken Her Telden mimlemiş beni, benim takipsizliğim sonucunda bir de üşenmemiş haber vermiş sağolsun. Bunca uğraşa cevap vermemek olmaz:
Kural 1: Mimi bir ödül kabul edip teşekkür ediyoruz ki, hatırlanmak güzel şey gerçekten,,
Her Telden, pek çok teşekkür ederim :)
Kural 2: Kendimizle ilgili 7 gerçek neymiş, onları döküveriyoruz ortaya..
Hadi bakalım..
1- Bir kere tahammül sınırının çok üzerinde endişeli biriyim. Her an herşeyden endişe edebilirim, abartıp, gözümde büyütüp, içimde şişirip patlayacak gibi olurum.
2- Fazla gerçekçiyim. Hayaller, ihtimaller, hele ki iyi ihtimaller bana pek uğramaz. Son senelerde tekrar hayal kurabildiğimi farkedip, düşüncelerimi daha çok serbest bırakmayı öğrendim ki artık herkesinki kadar olmasa da benim de kurduğum hayallerim var, çok çabalıyorum bu konuda, gerçekten :)
3- En yakınıma bile kolay kolay kendisi ile ilgili soru soramam, çekinirim, özeline fazla burnumu sokmuşum gibi gelir. Konuşmak isterse konuşsun diye beklerim ve bazen onlar da sormamı bekler, aynı benim de bana sorulmasını beklediğim gibi.. Derdimi sıkıntımı sorulmadan anlatabilmeyi çok isterdim..Bu konuda çıkmazdayım yani..
4- Yaratıcı ve oyuncu bir anne değilim, hiç olamadım, hep kopya çekiyorum oradan buradan ..
5- Çok sabırlıyım. Dostlarımın haddinden fazla sabır gösterdiğimi ve tepki vermem gerektiğini söyledikleri zamanlar çok olmuştur. Umarım başkaları için gösterdiğim o sabrı oğlum için de gösterebiliyorumdur..
6- Az konuşur, çok dinlerim. İş hayatında çok yararını gördüm. Özel hayatımda azıcık daha çok konuşsam fena olmaz..
7- Herşeyi almaktan vazgeçip yerine kitap alabilirim. Kitap konusunda maymun iştahlıyım. Herşeyi okumak isterim, birini bitirmeden ötekine başlar, birinin sonunu diğerinin başına bağlarım, yine de hiç bir şey okumamışım hissinden kurtulamam.
Hadi 8. de benden olsun, sosyal medya konusunda pek bir kabiliyetsizim, şu blogu günü gününe yazabilsem o bile yeterdi aslında..
Eğer gerçekten vaktiniz olur ve de canınız da isterse Itır, Yeliz, Evrim ve Nilay ( hoş Nilay' ın konseptine pek uymuyor ama :)), siz de üç beş birşeyler karalarsınız belki?..


4 Aralık 2011 Pazar

Yeni Yıl Ruhu



Kafasına bir şapka, beline bir kuşak takıp, önüne de zürafadan geyikleri katıp yeni yıl ruhunu bu sene ilk o getirdi evimize..
Hiç aklımızda yokken, durduk yere koydu önümüze..
Kendine baca bile yapınca içine kaymalık, bu cüce noel babanın kafası pişmesin o aba gibi bereyle diye annesi bir şapka buldu ona en acilinden..
Şimdi uyuyor kendisi, çocuklara yeni yıl hediyesi kitap verecekmiş, öyle karar vermiş..
Ama bir kaç tane kutuda bebek yada kedi de olabilirmiş..
Artık kime düşerse o kutular, şimdiden hepsine mutlu, umutlu yıllar :)



29 Kasım 2011 Salı

Birşeycilik Akşamları

Evcilik oynamayı unutmuşum..
Nasıl uyutuyorduk bebekleri, nasıl yedirip içiriyorduk?
Plastik çay takımları ile çay yapıp, masuscuktan içiyorduk ama nasıldı?
Bunları okuyan bir kızım var sanabilir ama evcilik oynamayı çook seven bir oğlum var benim, bir de bebekleri.. Baba oluyor, abi oluyor, amca oluyor, oluyor da oluyor..
Babası evde yoksa o baba ben anne oluyorum genelde.
Hatta Deniz bebek aşkına bazen o Ozan ( gerçek Deniz'in babası ) ben Canan ( gerçek Deniz' in annesi ) bile olabiliyoruz. Elindeki plastik, çıplak, uyduruk bebek ise Deniz bebek..Sonrasında takılıyoruz. Seviyoruz, oynatıyoruz, ağladığında eline oyuncak veriyoruz , böyle uzayıp gidiyor senaryolar.. Ama hep çok seviyoruz bebeği. Okşuyoruz, neyi yapmak istediğini yada istemediğini soruyoruz.
Eğer baba evdeyse o zaman o da büyükbabası oluyor bebeğin.. Mutfak bezlerinden kundak yapıyoruz bazen..
Bazen de bu uyduruk market bebeği ( evet çocuk bebek seviyor ve biz eline şöyle güzel bir bez bebek veremedik hala ve hala, ne ayıp ya! ) sadece Arda' nın bebeği oluyor, adı da Sıpal oluyor o zaman. Sıpal ne demek hiç birimiz bilmiyoruz ama bir adı var ve o isim Sıpal! İşte Sıpal olmadığı zamanlarda da ya Deniz, ya Öykü, ya Ela .. Bir şey oluyor, bir kimliğe bürünüyor mutlaka.. Oyunlara dahil oluyor..
Bu şekilde oynadığı çok sayıda peluş hayvan da var, bir köpek, bir kedi, bir koyun ve hatta bir yılan..Ha bir de salyangozlar var.
Kafalarını sevip, konuşturduğu..
Bebeği anlayabiliyordum ama peluş hayvanların çocukların dünyasında nerede olduğunu anlayamıyordum, taa ki Arda benim peluş oyuncaklarım ile bu kadar içli dışlı olana kadar.. Onları giydirip, arabaya bindirip dolaştırana kadar..
Evcilik, okulculuk, marketçilik, itfaiyecilik, tamiratçılık, aşçılık, öğretmencilik gibi sürü sepet oyun yarattığında pek çok şey gözlemliyoruz. Önce kendimizi, sonra mesela öğretmenini, onunla nasıl konuştuğunu ve iletişim biçimini.. Sonra peluş hayvanları kendi arasında konuşturduğunda arkadaşları ile arasında geçen diyaloglara - büyük ihtimalle - tanık oluyoruz.. Garson, aşçı, itfaiyeci, kasiyer ve akla hayala gelmedik bir sürü karakterde ise o insanları nasıl gözlemlediğinin farkına varmak çok acaip bir his.
Bir de oyuncak bebek ve peluş hayvanlardan başlayıp bunların gerçeklerine uzanan bir sevgi gösterisi kısmı var ki, aynı ses tonu, aynı gülümseyen bakış, aynı nazik dokunuş.. Biz de mi böyle seviyoruz acaba bebeği, kediyi, köpeği diye düşünmeden edemiyorum bazen. Herhalde böyle seviyoruz.
Özellikle de kız arkadaşlara yada kız bebeklere karşı, kıyamamakla hayran olmak arasında kaldığı sevecen haller..
Ve sürekli bir yaratma hali ve olma hali, kaplumbağadan kuşa, kuştan balığa, balıktan prense..

İşte akşamlarımız, bizim takatimiz kalmayıncaya kadar herhangi bir -cilik oyunu daha sonra da biz pestil vaziyette otururken onun halıda legoları ile uzun uzun uğraştığı, uçaktan, itfaiyeye, ordan traktöre, ordan vinçe, hatta eyfel kulesine salındığı saatler ile geçiyor.
Legoyu icat eden amca cennete gidecekse bu benim sayemde olacak, dualarımı hiç eksik etmiyorum üzerinden..


25 Kasım 2011 Cuma

Büyüme Ağrısı

Bizim evde geçen yazın baş aktörlerinden biri bacak ağrılarıydı..
Ve arada bunlara eşlik eden karın ağrıları..
Bir anda anneee bacağım acıyoooor feryadı, azcık öp - kokla - ovuşturdan sonra işine devam eden bir çocuk..
Aynı işlem karın ağrıları için de bu şekilde devam ediyordu.
Sürekli olmaması, sancı gibi gelip geçmesi , yada en en fazla 10 dk sürmesi acaba arada numara mı yapıyor bu insan yavrusu bile dedirtiyordu bana. Bacak ağrılarının büyüme ağrısı olabileceğini düşündüğüm için de çok endişe etmemiştim.
Ama karın ağrısı için aynı şeyi söyleyemeceğim.
Bir de yaz sonu bir kaç hafta evimize uğrayan kusma döngüsü ile birleşince bayağı huzursuzlanmıştım. Ben huzursuzlandım ama doktorumuz pek oralı olmamıştı. Nitekim geçti.
Geçti geçmesine de ben bugün öğrendim ki büyüme ağrısı denen şey illa bacakta olacak diye bir şey yokmuş. Yüksek oranda bacakta olmak üzere karın, göğüs, sırt, kol ağrısı da büyüme ağrısı olabilirmiş.
Büyüme ağrısı 3-12 yaş arasında, yoğunlukla da 3-5 ve 8-12 yaşları arasında görülürmüş. Gece uyandıracak kadar şiddetli olabilirmiş ki bizimkiler gündüz ağrısıydı genelde. Hızlı büyüme dönemlerinde ve sıpanın zıvanadan çıkıp deli divane koşup atladığı günlerde daha çok görülürmüş.
Bunları Arda' nın değişmesi gereken tabanlıkları için ortopedistimizi aradığımda öğrendim. Kemiklerin hızlı büyümesi sırasında kasların onlara uyum çabasıdır diye de kısa bir tanım yaptı doktorumuz. Yani göğüs kafesi de büyüyor sonuçta değil mi, en basitinden..
Ve durum aydınlandı:
Birincisi bu sıpanın boyu yazın bir anda uzadı, şimdi durdu gibi
İkincisi oram ağrıyor buram ağrıyor mızlanmaları bahçeli evi kapayıp buraya döndüğümüzden beri yok. Orda sabahtan akşama kadar çimen üstü aktivite ve suyla oynama varken evde bir halt yok tabii. Çok çok okulun bahçesinde koştuğu maksimum bir saat o da koşuyorsa..
Sonuç olarak ateş, kızarıklık, şişlik, morluk yada döküntü yoksa, kısa süreli ağrılarsa masaj yapıyoruz, azcık öpüp okşuyoruz ve takılmadan geçiyoruz. Ama masaj ile de geçmesi, en azından hafiflemesi gerekiyor ona göre..

23 Kasım 2011 Çarşamba

Dilek

Her insan öyle yada böyle öğrenir, az yada çok, içinden gelerek yada zorlanarak..
Ama öğrenir, öğrenme yetisi ile doğar..
Oysa her insan öğretemez..
Bir başkasına ufacık bir şeyi öğretmek ne zor bir eylemdir..
Kendimden pay biçiyorum.
3 senenin sonunda çocuğumun bilmesini istediğim bir şeyi ona vermeden önce,
yada edinmesini umut ettiğim bir alışkanlığı kazandırmak için çabalamadan önce,
onun öğrenme stiline uygun yolu seçmeye çalışıyorum.
İlk başta nasıl öğretebileceğimi düşünüyorum, onu kırmadan, üzmeden, istemesini sağlayarak, ilgisini çekerek, örnek olarak öğrenmesini nasıl sağlarım diye kafa yoruyorum ve ben bunu tek bir çocuk için yapıyorum ve 3 sene sonra ancak yarım yamalak yapabiliyorum..
Üstelik kendi çocuğumla aramda ucu bucağı olmayan bir sevgi, güven ve gönül bağı varken..
Bir öğretmenin tek bir çocuğa bile bir şey öğretebilmesi için önce gönül bağını kurması gerekiyor, güven vermesi, sevmesi, örnek olması ve daha nicesini yapması gerekiyor.
Zaman zaman kendi çocuğumuza sabredemezken, onun onlarca çocuğa aynı sabrı ve özeni göstermesi gerekiyor..
Hani sevilen öğretmenler vardır, bir de sevilmeyenler..
İşte o gönül bağını kuranlar ister istemez seviliyor.
Ağızlarından çıkan her söz, yaptıkları her hareket genç beyinler tarafından emiliyor..
Çok güzel anılarım var benim öğretmenlerimle..
Biraz ürktüğüm ama sonsuz bir saygı duyduklarım da oldu, içimde en ufak bir korku / çekingenlik kırıntısı olmadan karşısına çıkıp, sorabildiğim, konuşabildiğim, tartışabildiğim ve özlediğim öğretmenlerim de oldu..
Gençlik hezeyanları ile gözlerim kızarmış girdiğim okul tuvaletine arkamdan girip, bana kocaman sarılan ve ne oldu diye bile sormayan öğretmenlerim oldu, çok şükür..
Kötüleri de oldu ama ilk anda hiç biri gelmiyor aklıma işte..
Geçen sene allah karşımıza iyi öğretmenler çıkarsın diye dilemiştim.
Çocuklarımız adına dileğim hala yerinde duruyor..
Benim güzel andığım gibi, anılarında sıcacık kalan öğretmenleri olsun oğlumun ve tüm çocukların..
Ve öğretmenler,
hani daha yeni 75 tanesini duvarların altına gömdüğümüz öğretmenler..
Hayatta kalan ama deprem bölgesinde okullar kapalı olduğu için ücretlerini alamayan öğretmenler..
Bu 24 Kasım asıl onların olsun,,
Hem savuralım onları bir yana, çektirelim, zora koşalım.. Hem de çocuklarımızı çok sevsinler, koruyup kollasınlar, çocuklarımızın karşısına çıktıklarında akıllarında bir tek bizim yavrularımız ve onların geleceği olsun isteyelim..
İsteyelim bakalım.. Belki olur..
Yüreğinde sevgi olan tüm öğretmenlerin öğretmenler günü kutlu olsun!



22 Kasım 2011 Salı

Herkes boyamayı sevmek zorunda mı?

Yok delirmedim..
Alfabe, okuma, yazma, sesleri tanıtma gibi bir çabaya da girmedim..
Son günlerde 'A' harfine karşı duyduğu sempatiyi daha eğlenceli hale getirsin istedim ve o kadar yaratıcı! bir anneyim ki, eğlenceli hale getirmek için sadece çocuğun sevmediği boyama faaliyetlerini bulabildim!!
Ama bu arada bir kaç şey farkettim..
Şimdi bu çocuk kağıt, kalem, boya sever bir çocuk değil..
Boyalara karşı ilgisi onlarla ilk tanıştığı dönemde daha yoğundu,sonra sonra çizmek, boyamak, hadi resim yapmak diyelim genel olarak hiç çekici gelmedi ona..Gelmeme nedenini de biliyorum, ince motorda hiç başarılı değil kendisi ve yapamadığı şeyle uğraşmak istemedi..
Başlarda ben bunu masa başında oturma süresinin kısalığı ile ilişkilendirip, konsantre olamama problemi ihtimali ile bir güzel düğümleyip bir miktar endişelendim. Ne de olsa anneyim değil mi?
Bir de üstüne okuldaki boyama faaliyetleri sırasında sözlü itirazlarda ve neden bu faaliyetin yapıldığı ile ilgili sorgulamalarda bulunduğunu öğrenince iyice huysuzlandım.
Ama konuyu takibe aldığım süre sonucunda vardığım noktada bir kaç madde var.
Birincisi, anaokullarında sınırlı boyama yaptırılıyor, gerekçesi ise yazmaya hazırlık..Gerekli mi? Bence değil. Ama madem bu okulu seçtim, şimdi de neden boyama yaptırıyorsunuz gibi bir eleştiri ile gitmeyi doğru bulmadım.
Benim geçen seneden beri deştiğim konu, bu sınırlı boyama ve herhangi başka bir faaliyet dayatılıyor mu yoksa istemeyen yapmamakta özgür mü? O kadar çok sordum, o kadar çok dürttüm ve dikizledim ki sonunda istemeyen her çocuğun masayı terk edip gidebildiğine ve istediği diğer bir işle meşgul olduğuna ikna oldum. Arda' nın bu olaydaki farkı( farkı derken farklı davrandığı durum), masayı terk etmeden önce neden boyama yaptıklarına dair bir cevap almaya çalışması..
İkincisi, evet yaz başından beri fiziksel hareketliliği kendi sınırları çerçevesinde çok arttı, evet durağan faaliyetlerden daha çabuk sıkılır oldu ama öte yandan işin içine makas, yapıştırıcı, yırt yapıştır işleri, baskılar gibi şeyler girdiğinde çok daha uzun süre konsantre kalıyor ve ortaya bir şeyler çıkarıyor, en azından çabalıyor..
Üçüncüsü, durağan faaliyetlerden sıkılıyor ama legolar, kaplalar, tahta bloklar zaman zaman da hamurlar gibi kur-yap-boz oyunlarını uzun sürelerle oynuyor. Peki bunlar da el, parmak ve bilek kaslarını geliştirmez mi, hani madem amaç yazmaya hazırlık?
Gelelim yukarıdaki ' A' mevzuuna, A harfinin kendisi ile değil, Arda' dan beklenildiği üzere sesi ile ilgili daha çok. Büyük AAAA diyerek yüksek perdeden, küçük aaa diyerek alçak perdeden bağırarak kendince espri yapıyor. 'A' ile başlayan kelimeleri seçiyor ve bir kaç gündür de kitap metinlerindeki 'A ' harflerini buluyor.
Boyama işi kendisine zul gelse de, işin içine A harfi ve A ile başlayan bir takım nesneler girince, oturup bal gibi de boyadı işte..Başka var mı diyerek ve hatta ambulansın üzerine aydede yapmaya çabalayarak..
Yani herkes boyama yapmayı sevmek zorunda mı? Hayır, sevmek zorunda değil..
Hele ki sınırlı boyama gerçekten sevilesi bir şey mi? Bence zaten hiç değil..
Peki yaratıcılık sadece resim yaparak mı gelişir yada belli olur? Bence bu da hayır.. Bambaşka nesnelerden bambaşka şeyler yaratabilmek, birşeyleri altalata - üstüsüste - yanyanda koyup bir şeyler ortaya çıkarmak da yaratıcılık değil midir? Benim hiç ama hiç yapamadığım şeydir mesela bu. Olanı sadece kendi işlevi için kullanır daha da başkasına akıl erdiremem.
Sonuç olarak sevmediği bir şeyi çocuğa yaptırmak anlamsız, o da zaten neden yapıyoruz ama ben bunu yapmak istemiyorum diyerek kendini gayet net ifade ediyor. Evde de okulda da istediği şeyi yapmasına müsade eden bir ortam varsa, gerisi önemsiz gibi geliyor.. Şimdilik..
Çocuk bu sağı solu belli olmuyor, bugün resim sevmez dediğim çocuk yarın öbür gün kafasını kağıttan kaldırmazsa ona da şaşırmamalıyım..



Bir Kahve

Hava buz gibiydi, puseti arnavut kaldırımda itmekten yorulmuştuk, bir de yürümekten,,
Pusetin taşların üzerinde zangır zangır sallanması beşik etkisi yapmış Arda uyumuştu,,
Saat de öyle fenaydı ki, hani uyumasa iyiydi aslında ama o anda uyumasını da istiyordum bir yandan,,
Hava karardı kararacak ama incik boncukçular hala açık,,
Tur otobüsleri gitmiş geriye kendi arabası ile gelenler ve yerliler kalmış sadece,,
Bir ısınsak diyoruz, bir çay, bir kahve deyip oturmadan geçemediğimiz Arasta Cafe' ye giriyoruz, çünkü canımız eve de girmek istemiyor, hava güzel, soğuk ve güzel,,
Sütlü nescafe istiyorum, bir yandan da şimdi sıcak suya süt damlatıp getirecekler çay mı içseydim diye düşünürken bu tepsi önüme konuveriyor,,
Hazine bulmuş gibi seviniyorum!
Daha fazla keyif isteme hakkım yok, zaten daha fazlasına da gerek yok,, Buz gibi havada, yorgunluğun üstüne nasıl iyi geliyor o kahve,,
İşte şimdi de kendime öyle güzel bir kahve yapacağım, kırmızı dalım yok ama komik çubuklarım var kahve karıştırmalık, onlardan birini de içine atacağım,,
Ve dileyeceğim: o kahve öyle iyi gelsin ki bana , yapılacakları bir çırpıda sıraya dizivereyim, bir dee hani o habire aradığım daldan dala uçtuğum da bir tülü konamadığım durağı hemencecik buluvereyim, olmaz mı? :)
Hadi bakalım..


21 Kasım 2011 Pazartesi

Fıstık Yeşili

Bu paketleri görüp de sevinmeyecek çocuk var mıdır? Sevinmesi için içini açmasına gerek bile yok, paketin rengi yeter.. 
ve aslında düşünülmüş olmak yeter de artar bile..
Umarım boş bir kibrit kutusu bile olsa verilen hediye, hatırlanmış olmaya sevinebilen, gözden uzak olanları gönülden ırak tutmamayı becerebilen bir çocuk yetiştirebiliriz..


20 Kasım 2011 Pazar

Uyuyan çocuk iyidir

Dünkü uzun öğle uykusu gece bize 11.30 civari artık ne yapacağını bilemeyen ama uykusu da yeni yeni gelen, vidaları gevşemiş bir çocuk olarak geri dönmüştü. 
Biz alışık değiliz öyle geç yatan çocuğa..
'Ah dostlar biz alıştırdık erken yatmaya' mevzusu değil bu.. Kendisi uyku sever bir bünye de ondan..
Bayram seyran misafir durumları hariç dokuz buçuk - on civarı sızmamış olursa - ki parmakla sayılır böyle geceler - bizde ( ben ve Çağlarda ) ayar kaçıyor. 
Dün gece evde arbede çıkmadan uyudu uyumasına ama bu gece kendisini dokuzda yatağa sokmayı kendimize görev bilmiştik. Neyse ki öğleden sonra kudurmasına olanak sağlayan Nil kızın doğum günü bu akşam daha dokuz olmadan kuzu kuzu yatmasına olanak sağladı..
Uyuyan çocuk, uykusunu alan çocuk, keyifli uyanan çocuk iyidir.. Uykusunu alamamış çocuğun gazabından korkarım ben :) 
Geniş alanı test etmece
 Totosunun bile sığmadığı düdük kadar bir araba ile hız yapmaca
Aynı araba ile balon biçmece, kimselere kaptırmamaca
 Boş anlarda koşmaca, atlamaca, zıplamaca
 Hacıyatmaza kafa atmaca
Pastadan şeker çalmaca
ve şekerleri hüpletmece
'Ve sakin bir keyifteyiz şimdi'  diye bitirecektim ki yazıyı ' Arda uyuyunca da evde ses kalmıyor yahuu, böyle de keyfi yok' deyiverdi koca kişisi.. Eh be kocacım dün akşam kendi kendine bu evde 9'da u-yu-na-caaak diye dolanan sen değil miydin? Ne yardan ne serden derler bu yaptığına..


16 Kasım 2011 Çarşamba

Güneş Böceği

Bu tek gözlü yampirik robotu geçen cumartesi günü Santral Atölye' de yaptık..
Organize bir etkinlik içerisinde birlikte (ailece) birşey yapmanın keyifli bir şey olduğunu Music Together'da öğrendik ilk defa. Evde hep birlikte oynadığımız oyunlardan, danslardan, sohbetlerden farklı birşeydi bu. Herkesin hoşlandığı ortak bir paydada buluşmak gibiydi.
Aynı zamanda başka insanlarla da kaynaşmak için bir fırsattı..
Ayrıca hiç yaratıcı anne babalar olmadığımızdan ufkumuzu açan olaylardı bunlar..
Santral İstanbul' a ise hiç gitmemiştik..
3-6 yaş etkinlikleri Arda için uygun gözüküyordu..
İşin içinde robot olması babanın ilgisini çekiyordu..
Ben ise sadece merak ediyordum..
Tüm bu nedenler yüzünden Cumartesi sabahını soğuğunda üşenmedik gittik, her ne kadar evden çıkışımız biraz acılı olsa da..
Santral İstanbul ' un çocuk atölyelerinin bir kısmı 3-6 yaş aralığı için hazırlanmış ve atölyelerin öğretici olması hedeflenmiş. Bu yüzden de robotu yapmaya başlamadan önce uzun sayılabilecek bir girizgah yaparak güneş enerjisi nedir, ne işe yarar, nerelerde kullanılır gibi minik bilgileri basitçe vermeye çalıştılar. Ancak 3-6 yaş büyük bir aralık ve 3 yaşındaki bir çocuk ile 6 yaşındaki bir çocuk bu girizgahı aynı dikkatle takip edemiyor. İçeriye girmeden önce herkesin gelmesini beklediğiniz süreyi de işin içine katarsanız, çocuğun robota ulaşması için oldukça uzun bir süre sabretmesi gerekiyor.
Sabır kısmında bir sorun yaşamadık, erken erken 'kreş çocuğu' olan Arda ( ki bu iyi mi kötü mü hala bilemiyorum ) zaten etkinlik, faliyet, atölye kelimelerine aşina olduğundan, bütün bu uzun bekleyiş ve dinleme seansının sonunda hedefe ulaşacağını biliyordu. Yine de asıl dikkatinin yoğunlaştığı an malzemelerin tanıtıldığı an oldu. Teller, kartonlar bir de o telleri kesmek için kargaburun ve keski kullanacak olması onu yeterince motive etti. İkinci yoğunlaşma anı ise robotun hareket edip etmediğine baktığımız andı.
Geri kalanında biz, bize öğretildiği ! :) gibi robotumuzu yaptık, o da biraz kıvırdı büktü kesti..Sonlara doğru zaman zaman sandalyesinde ayağa kalkarak, zaman zaman güneş böceği diye robotu çağırarak, 'bana uzun geldi bu mesai'  sinyallerini verdi.
Katılımcıların yaş ortalamasına bakılarak konunun yönlendirilmesi ve örneğin kömürü anlatmak için yer altından çıkan taş gibi siyah şey, hani ellerimiz kara kara olur diye sormak yerine, kardan adamın gözlerini neden yaparız demek çocukları aktiviteye daha çok ısındırabilirdi.
Tüm bunlara rağmen elimizde robotumuz ve ona yaptığımız kafes ile ara sıra yeniden gidilebilir diye düşünerek çıktık, özellikle de geniş bahçesinde koşmak için güzel havalarda..


14 Kasım 2011 Pazartesi

Boş Ev

99 depreminden sonra yurdun camlarındaki demir parmaklıklar üstüme üstüme gelince, sanırım bir daha asla oturamayacağım güzellikte bir öğrenci evim olmuştu. Anadolu Hisarının tepesinde, mahalle içinde, üstelik bahçeli, kocaman balkonlu, köpekli kedili, hem de manzaralı..
O evin kirasının nelerle ödendiği, annemle babamın bir yandan deprem anısı, diğer yandan çocuklarını kocaman bir şehirde, tek başına oturtmanın verdiği iç huzursuzlukları ile nasıl başa çıktıkları başka başka hikayeler..
O evdeki ilk kışımda hiç yalnız kalmadım ben..
Kızların biri yoksa biri gelirdi..Yalnızlıktan ürktüğümü, uykularımın aylar sonra hala bölündüğünü bilirlerdi, hiç ses etmezler sanki zaten orada yaşıyormuş gibi damlarlardı eve.. Onların varlığı çok iyileştirdi beni o sene..O evde okuduk, eğlendik, sıkıldık, misafir ağırladık, yeni yıllar kutladık, bahçedeki azgın ve kızgın köpeğin elinden kıl payı kurtulduk defalarca..O zamandan sonra evim hiç boş kalmadı. Daha sonra Canan' la birlikte oturduğumuz bekar yıllarımızda, yine dolar taşardı evimiz..Kardeşler, sevgililer, arkadaşlar, eş dost, kediler..
Zamanla hepimiz yalnızlaştık, küçük ailelerimiz minik arkadaş gruplarımız oldu.. Hepsini çok sevdik, öyle de mutlu olduk, hem de çok.. Ama son haftalarda kapımızın çokça çalınması, evin bir dolup bir boşalması, araya bir de bayram girmesi, büyükler küçükler herkesin ister istemez bir araya toplanması o günlere götürdü beni..Bayram dönüşü biraz dinlenip Canan- Ozan- Deniz üçlüsünü beklerken, aradığım arkadaşlarımın hiç biri nerede buluşuyoruz demedi, herkes evin yolunu biliyordu ve zaten hep buraya gelinirdi..
Bir hafta önceki doğumgünü toplaşmasından sonra da böyle güzel bir his kalmıştı içimde, evet bu aynı histi işte..
Hızlı bir yemek organizasyonu yaptık ailecek ve sanırım yıkadığı brokolilerin, rendelediği kerevizlerin, tencereye attığı barbunyaların arkadaşlarımız için olduğunun farkındaydı cüce, pek hummalı çalıştı..
Evrim - Demir ikilisinden her zamanki gibi bomba bir oyuncak seçimi kalabalık evde uykuya direnme saatlerinin acısını azalttı..Kulakları bol bol çınladı :)
Bu sabah boşaldı tüm ev.. 
Babalar işe, sıpalar okula, bu yamuk emzikli gülen surat anneannesine yol aldı..
İşte şimdi üstüme yıkılıyor duvarlar..
Yaşlandıkça annesine benziyor insan, birileri gittikten sonra içime çöreklenen boşluk hissini biz evden çıkarken annemin yüzünde de görürüm hep.. Bu his o his işte..
Ama olsun evimizi dolduracak kadar çoklar ya varsın olsun onlar gittikten sonra ben bomboş kalayım :)

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails