31 Aralık 2014 Çarşamba

Bu sene dilek yok, beklenti yok.. Tek bir hedef var tamam mı?

Geçen sene 27 Aralık'ta bir yazı yazmışım, evdeki sessizlik savaşları üzerine, sonra taa 30 Ocak' ta bir yazı daha o da Can'ın 6 aylık halleri üzerine.. Arada 2014 gelmiş, pek güzel, pek kalabalık bir yılbaşı geçirmişiz ama not düşesim gelmemiş. Gündemim bebekmiş.. 2014 'e dair beklentilerim, umutlarım karışıkmış.. Karışıktı..

Geçen sene yılbaşına dair içimde kalan, hala hatırladıkça burulduğum bir olay geliyor aklıma sadece..

Yeni yılı bizde bol çocuklu, bebekli, gürültülü kutlayıp ertesi gün dostlarımdan ayrılırken, onları bir daha belki taa 2016 yılbaşına kadar göremeyeceğimi düşünememiştim. Onlar düşünmüştü oysa, hallerinden, tavirlarından, hüzünlerinden belliydi de, ben önümde duran kocaman karmakarışık bir taşınma senesinin hengamesinde kaybolmuş, ne hissedeceğimi bilemeden ortalıkta dolaşırken, sanki iyice bir sıkı sarılmadım onlara, sanki üç beş ay sonra yine bizim evde toplanacağımıza inancım tam olarak ayrıldım.. Oysa ne çok özledim.. Burnumun direğini sızlatacak kadar çok özledim şimdiden..

Ev boşalıp da balkona oturunca, arabalarına arkadan el sallayınca anladım az önceki bir kaç dakikanın aslında ne değerli olduğunu.. O'na bile oturup ağlayamadım..

Sonrasında akıllanıp ara ara görüşüp hoşçakalın dediklerime hep daha sıkı sarıldım..

İşte bundan sebep öyle umutlar, beklentiler filan yok gündemimde.. Hayatın ne hızlı değiştiğini gördüm ben bu sene. Ne beklersen bekle, neyi ümit edersen et, bazen baş döndürücü bir hızla esiyor rüzgar ve sen bakıyorsun ki, o beklediklerin, ümitlerin çoktaaan hükmünü yitirmiş, bambaşka bir noktadasın artık..

Beklenti, umut filan değil tek bir hedefim var 2015 için: An'da kalmak, kalabilmek,..

Hiç yeni yıl ruhuna giremeden, güneşli, çiçekli bir yılbaşı yaşayacağız burada. Çok şükür , pek şükür yine arkadaşlarımız olacak, yine çocukların sesi evi dolduracak ama sanki benim için bu gecenin diğer gecelerden pek bir farkı olmayacak..

Oyse severim yılbaşlarını.. Hep özenir, hep ıvırzıvırlarla, süslerle, püslerle oynamanın keyfini çıkarırım.. Arda için de özel olsun diye debelenir dururum, dururdum yani..

Bu sene olmadı.. İçimden gelmedi, aylardan Aralık olduğunu, koşturduğumuz, bebek büyüttüğümüz, hayatımızda kocaman bir dönemeç döndüğümüz bir yılın gidişini bir türlü anlayamadım..

Belki aylarca süren koşturmacadan sonra an'da kalamadım, unuttum durmayı, hep birşeylerin olmasını bekler ruh halimden çıkamadım..

Hayır hiç mutsuz değilim, sadece coşkum yok hepsi o kadar.. Ama dedim ya 2015 e dair tek ve bana, aileme, hepimize iyi geleceğini adım gibi bildiğim bir hedefim var..

Sağlık, huzur, çocuklarımızın büyüdüğünü görmek zaten yeni yıla ait değil her güne ait dileklerimiz değil mi hepimizin? Biz onları dilemeye devam edelim yine , 2015 de hedeflerimize ulaşacak gücü ve azmi getirsin bize..:)





17 Aralık 2014 Çarşamba

Bir Bisiklet Hikayesi ve Ardındaki Bambaşka Şeyler

Dün instagram 'da Arda'nın korkunç çorap ve ayakkabı kombinasyonunu göstermek için aşağıdaki fotoğrafı paylaşmıştım. Korkunç değil mi ama? :)


Buradaki her daim güneşli hava nedeni ile evimizde yaşanan ayakkabı- terlik sorunu tek başına bir post konusu olabilir, o yüzden bu konuyu uzatmayacağım.
Fotoğrafın altına arkadaşlarım iki teker' e geçmişsiniz diye yorumlar düşünce, Arda'nın iki teker macerasını ve iki tekerin arkasında yatan bambaşka bir noktayı yazmak istedim.
Malum bizim elimizde 6 yaşında inadım inat bir velet var. Hatta öyle ki kendisine hiç bir 6 yaş çocuğuna yiyen ödül, ceza yemiyor.
Yeri geldiğinde cezamı alırım, sesimi de çıkarmadan katlanırım ama yine bildiğimi yaparım deyip devam etmeyi, yada istediğini yapabilmek için ödülden vazgeçmeyi gayet rahat tercih edebiliyor.
Bazen çok zorda kalıp vicdanını dürtelim diyoruz. Bak ama arkadaşların ne der, yada gel biz de bilmem kim gibi yapalım , yada sınıfta böyle yaparsan ismin artık güneşte değil bulutta duracak gibilerinden.. Farkediyor mu? Hayır..
Arda için kendisi bir şeye inanıyorsa ve doğruysa, başkalarının ne dediği, ne düşündüğü, onu gruba alıp almamaları filan vız gelip tırıs gidiyor..Ha ödül-ceza vererek yada ama bak seni aralarına almazlar diyerek doğru yada yanlış yapma durumuna hiç girmiyorum. Bazen doğruyuz,  bazen yanlış. Ama anne - baba olarak insan çıkmazda kalınca elindeki bütün kozları bir anda oynayabiliyor…
Bu ön bilgiden yola çıkarak Arda'nın iki tekere geçişinin benim için neden bir milat olduğuna geleyim şimdi.
Aralık ayı başında burada National Day kutlamaları nedeni ile okul üç gün tatil oldu. Sıklıkla görüştüğümüz Arda'nın sınıf arkadaşlarından biri Sebastian'ın annesi de bu ara tatilde bize doğru gelin, bisikletinizi de getirin, çocuklar biner , biz de yürürüz diye bir teklifte bulundu.
Sebastian dünya tatlısı bir çocuk. Çok canayakın, çok hareketli, çok konuşkan. Yani bizdekinin tam tersi:))) Ama işte iyi oluyor birbirlerini dengeliyorlar zaman zaman..
Ben de Pazartesi günü okuldan dönerken bu planı Arda' ya söyledim, büyük ihtimalle Perşembe buluşacağız dedim. Ve ilk şoku orada yaşadım. Anne, Sebastian'ın bisiklerinde destek tekerlekleri var mı? Bilmem.. Peki Alisha'nın? Bilmiyorum olabilir de olmayabilir de.. Eğer onların yoksa benim de olmasın, çıkaralım. Peki nasıl bineceksin yavrum evladım? Öğreneceğim!
Şimdi araba sürerken o an yaşadığım coşkuyu ve sevinci nasıl saklarım diye debelenişimi, Arda' ya çaktırmamaya çalışmamı anlatmam mümkün değil… 6 senedir ilk defa çocuğum bir arkadaşına özeniyor ve onlardan eksik kalmak istemiyor. Bir nevi rekabete giriyor ki Arda'nın asla yapmadığı şey. Yapamazsa, yapamam deyip çeker gider normalde..
Çok sevindim ama içimden bir ses de çok sevinme arabadan indiği anda yada bir kere düştüğü anda vazgeçebilir diyordu.
Sonra ilk işim yan tekerlekleri yok etmek oldu tabii:) Neyse baktım unutmuyor, Perşembe
'ye gün sayıyor. Bir iki çalıştık ama bu sefer başka bir sorunumuz vardı. Arda o kadar çok konuşuyor ve bisikletle alakalı olmayan milyonlarca soruyu sormak için o kadar çok duruyordu ki, bir gıdım ilerleme sağlayamıyorduk. Anne fransızcada fransızca nasıl denir? Anne dünyada kaç ülke var biliyor musun? vs vs.. Ben iki akşam belimin ağrımasıyla kaldım, oğlan ayaklarını kesemedi yerden..
Çağlar'ı da kattım işin içine, dedim bu işi babalar yapar hadi bakayım. Arda her hatırladığı ve hatırlattığı anda attık kendimizi sokaklara.. Ama baktı ki bunca çene ve dikkat dağınıklığı ile bu iş perşembeye yetişmeyecek, üzüldü önce..
Bu sefer hevesi kaybolmasın diye ben planı değiştirdim. Sebastian'ın annesi ile konulup bisikletsiz bir plana çevirdim ve Arda' ya da bunu anlattım. Onlara hala bisikletli bir gün için sözümüzün olduğunu ve isterse tekrar destek tekerleklerini takabileceğini.. Takmak istemedi.. Biraz ara verdi çalışmaya..
Sonra bir akşam diğer korktuğum başıma geldi, düştü! Kolu çizildi, canı acıdı. Hemen ilk tepkisini verdi: Demek ki bisiklet can acıtan bir şey, binmeyeceğim.
Ses etmedik, evden bant getirdik, oturduk havadan sudan sohbet ettik. Ben bu iş bitti derken baktım kalktı devam ediyor! Bu da ikinci şokum oldu.
Sonra bir iki gün önce babası ile çıktılar. Çağlar oldu bu iş diye geri geldi. Nasıl oldu dedim.
'Konuşma, dikkatini yaptığın işe ver ve küçük s ler çiz ' demiş. O da dinlemiş!
Neyse sonunda bizim oğlan çıktı iki tekerin üstüne. Hala uzun gidemiyor çünkü söyleyecek çok lafı var. Kalkarken desteğe ihtiyaç duyuyor, 20 metre gidiyor hop aklına birşey geliyor, duruyor, konuşuyor, bazen pedalları çevirmeyi unutup devriliyor.
Nitekim kısacık ömründe ilk defa bir işi hem de fiziksel beceri gerektiren bir işi, arkadaşlarına yetişebilmek için yaptı.
Bu onun için de bizim için de bir milattır.
Biliyorum ki ben istesem, yalvarsam, zorlasam yapmazdı..
Şimdi devamı nasıl gelecek diye bekliyorum. İki seçenek var, ya sevmediği şeylerde yaptığı gibi bir kere azıcık başarınca oldu deyip bırakacak, yada sevdiği işlerde yaptığı gibi mükemmele ulaşana kadar çalışacak.
İlki büyük ihtimal ama bu sefer büyük konuşmayacağım. Bir kere daha gördüm ki büyüyor ve büyüdükçe değişiyor.. Bu durumda analara da hoop değiş ton ton deyip onun meylettiği yöne meyletmek kalıyor..

Oturduğum yerden.. Daldan dala..

Burayı bir adam edesim var..
O kadar çok yazasım var ki ve yazıyorum ki aslında, Çağlar dalga geçiyor, yıl 2015 sen hala kağıt kalemle mi yazıyorsun diye, ama buranın bu dağılmış, terk edilmiş hali yüzünden bloga girip de yazmak istemiyor canım.  Bir de seviyorum kağıt kalemi ben, hala..
Blogun tepesinde saatler geçirmek lazım. Çok çok saatlerim yok benim ama hevesim var.. Dur bakalım yapacağım bir şeyler.
Hani yeni yıl yaklaşıyor ve bu yeni ülkede çılgınca bekleniyor, her gün ayrı kutlama yapılıyor filan ya ve biz daha yeni yıl ruhunun r sine yaklaşamadık ya ailece, işte o yüzden aslında aklımda, defterlerimde liste liste dizili yapılacaklar ve yapmak istediklerim konulu notları kendime yeni yıl hedefi yapabilirim. Hatta yaptım gitti..
Bir de hala mobilyacı dükkanı gibi perdesiz ve bana göre yerli yerine oturamamış evimizde beni dürtenler var. Şu anda oturduğum yerden mesela şu karşıdaki siyah saksılar, hadi diyor kalk bizi beyaza boya! Siyah saksı ne yahu? Çiçek gibi güzel insanı mutlu eden bir şeyi neden siyah plastik bir kaba koyarlar ki? Saksının siyahına da kahverengisine de kılım!


Ve tabii bugüne kadar geçirdiğimiz, sancılı, sıkıntılı, heyecanlı, koşturmacalı bir kaç ayı düşününce çok şükür diyorum. Bin şükür ki burada oturup iki kelime karalayabiliyorum..

Yarın okulun son günü, ilk dönem bitiyor, sonrasında bizi hemen hemen üç haftalık uzun bir tatil bekliyor. Sıpalarla artık kendimizi o parktan bu parka mı atarız, yoksa evin içinde sevişe güreşe vakit mi geçiririz bilmiyorum. Tek bildiğim bu ağacın altının insanı çoook fena rehavete sürüklediği.. Hadi hanım kalk, tatili ufak ufak planla, saksılarını boya, hatta akşam üstüne okuldan bir canavar gibi aç gelen oğlana beğendirecek bir atıştırmalık bul… Hadi kuzum hadi..


8 Aralık 2014 Pazartesi

Denge

Her gün bir posta açıyorum şu blogu. En tepede arapça menüyü görünce geri kaçıyorum.
Tutamıyorum aklımda yahu. Her seferinde dene dur, ben bunun hangisine basarsam giriş yapabiliyordum diye. Bu sefer tek atışta tutturdum :)

Can tek uykuya düşmeye çalışıyor bugünlerde. O yüzden pek gecemiz gündüzümüz yok. Sabah 10.30 dan itibaren arızaya bağlıyor. O saatte uyusa bir daha uyumuyor bu sefer aksam 17.30 dedi mi mızırtı düğmesine basıyorlar.

Sabah enerjim yerindeyken mızırtısını çekip azcık azcık geç uyutarak öğlen uykusu kıvamına getirmeye çalışıyorum uyku saatini. Hani ikinci çocukta tecrübelisin filan ya, işte o tecrübe bazen yaymana sebep oluyor. Pek fena. Ben uyumayı öğretemedim bu çocuğa mesela. İlkinde daha bir azimli mi oluyorsun ne?

Hala ilkinin peşinde koşuyoruz biraz da . Bu öyle kendi halinde büyüyor garibim. Böyle yazınca pek acıklı oldu da o kadar değil tabii. Ama nedense evde okula giden bir çocuk varken, onun koşturması takibi daha çok zaman alıyor. Okula götür getir, ödevine bak, çantasını yaptır, yatır kaldır, arada tv  ipad savaşı ver ve hatta onlara dalmasın diye birlikte oyalanmaca bul derken evdeki minnak dolaşıp duruyor o arada. Aklım da dolu oluyor tabii.

Herkes mi böyle bilmiyorum. Çocuk değil sanki ben gidiyorum okula. Ödevler bile bana hitaben yazılmış geliyor eve. E yok artık! Ben mı yapacağım? Mecbur tutuyorsun ucundan. Geçen hafta mesela  bir ayakkabı kutusunun içinde fantazi bir sahne yaratmaktı ödevi. İngilizce dersinin ödevi bu yanlış olmasın..

Çağlar bu ne biçim ingilizce ödevi dedi çıktı işin içinden..

Şimdi çocuk kafasında bir güzel yarattı o sahneyi. Uzaya kadar çıkan kolları ile kocaman bir ağaç. Üzerindeki meyvelere kadar anlattı. İki de astronot. Ağaca tırmanıp uzaya gidiyorlar. Giderken meyveleri yiyorlar.. E güzel de ayakkabı kutusunu bulmak bile bir iş.. Hele ki benim gibi taşınırken ne var ne yoksa fırlatıp attıysan gel de kutu bul!

Neyse feda ettik bir ikea kutusunu. Oturdu boyadı yapıştırdı. Astronotları çizdim ben, yapıştırıcı buldum, karton buldum efendim. Depodan daha açmadığımız ıvır zıvırların arasından boya buldum. Arada sıkıldı, hadiledim, azcık el attım olaya. Tavandan sarkan yıldızlar kısmı pek daralttı mesela. İlla 13 tane yıldız olsun diye çizdi kesti boyadı derken zaman akıp gitti. Belim ağrıdı, sıkıldım.

Ha bu sırada küçük mü ne yapmaktaydı. Annesi gelsin, iki oynaşsın ve onu uyutsun diye beklemekteydi.. Dedim ya uyumayı öğretemedim diye..

Yani diyeceğim o ki tecrübenin işe yaradığı yerlerin başında çocuğun yarım saat geç yatınca dünyanın durmayacağını bilmek geliyor bence. Yada yemeğini başkası yedirirse birşey olmaz kuzum diyor iç sesin. Azcık daha uyanık kalıp oynarsa, biraz ağlarsa birşey olmaz..

Bakıyorum şimdi Can kendi halinde çok zaman geçiriyor. Çok düşüyor, çok deniyor, daha kolay çözüm buluyor minicik kafasıyla.. Eline kaşığı çatalı Arda' dan daha geç vermiş olmam, onun kendi kendine yemek yiyemeyeceğini göstermiyor. Annenin daha meşgul olduğunu daha az zamanı ve belki daha az sabrı olduğunu gösteriyor olsa olsa.. İki puzzle parçasını birleştirdiğini ben farkettiğimde o öteye geçmiş oluyor çoktan.. İlkinde öyle miydi oysa? Ne dedi ne yaptı dibinde bitiverirdik çocuğun.

Ben her ne kadar ikisine eşit davranmaya da çalışsam da, sevgimin ölçüsü, karşılaştırması olmasa da, ikisini de öpmeye koklamaya doyamasam da, ikisine de her gün ayrı zamanlar ayırmaya çalışsam da, küçüğü büyüğünden daha serbest, daha özgür, daha kendi halinde büyüyor..İyi mi kötü mü bilmiyorum  ama iki çocuklu yaşamda sen ne planlarsan planla, ne kurarsan kur kafanda, günün akışı bazen öyle hızlı geliyor ki, içerisinde denge dediğin şey zamanla kendi kendine kuruluyor..


7 Ekim 2014 Salı

An itibari ile biz ve halimiz

Çocukları da alıp buraya geleli 1 ay 7 gün olmuş.. Olmuş diyorum çünkü zaman su gibi akıp gidiyor. Bir bakıyorum daha dün gibi geliyor evi toplayışımız, Can'ın doğumgününü kutlamamız.. Sonra bir bakıyorum ne çok iş yapmış, ne kadar büyük değişikliklere adapte olmaya çalışmışız şu kısacık zamanda.. Hala da çalışıyoruz.

Geldikten sonra 8 gün otelde kaldık çocuklarla. Çağlar'ın biz yokken derya deniz geniş geniş yerleşiği, neredeyse 1 aydır kullandığı otel odasına çocuklar, bavullar, oyuncaklarla doluştuk. Otelde geçirdiğimiz o bir hafta hem turisttik hem de yerleşik olmaya çalışıyorduk.

Arda okula başladı mesela. Otel odasından hazırlanıp okula gitmek çocuk için de bizim için de değişik bir tecrübeydi. Nitekim ilk hafta Arda'nın okulda çizdiği tüm resimlerde oteller, bayraklar filan vardı :)

Tatil olmayan ve sonu belli olmayan bir dönemde iki çocukla otelde kalmanın zorluklarından biri Arda' nın yanına okulda yemesi için atıştırmalık birşeyler hazırlamak, diğeri ise Can'ın her öğün ne yiyeceğini düşünmek oldu. Gerisinde benim için bir dinlenme haftası sayılabilirdi. Gelmeden hemen önce,  çocuklarla annemde kaldığım dönemde hem annem, hem ben, hem de çocuklar fiziken ve ruhen çok yorulmuştuk.

Can mesela upuzun uykular uyudu otel odasında.. Şimdi nerede o uykular?

Hatta o otel odasında hazırlanıp okulun ilk pikniğine gittik biz. Can'ın battaniyelerini piknik örtüsü yaptık :) Hazır alınmış sandviç ve kahvelerimizle dahil olduk okulun ilk organizasyonuna. Büyük değişimlerin eşiğinde, kısıtlı imkanların içinde olunca insan herşeyin mükemmel olmasını bekleme lüksünü kaybediyor. Düşünmüyor bile.. O an olabileceğinin en iyisi neyse onu yapıp, yaşayıp geçip gidiyor.

Otelde kalışımızın 8. gününde bizim eşyalarımızı alıp götüren yeşil konteyner yeni evimizin kapısındaydı. Konteyner kapıya geldikten sonra haberimizin olması zaten yeterince ilginçken bunu bir de mail atarak haber vermeleri alkışlanacak bir durumdu. Çağlar maillerini biraz geç kontrol etse o konteyner ve taşımacılar bizi kapı önünde öylece bekleyecekler miydi yani? Telefon denen nesne özünde bu tip durumlar için değil miydi ? Tüm bunlar alışacak olduğumuz değişik düzenin bir parçasıydı ama ilginçti işte.

İşte o vakitten beri yerleşiyoruz biz:)

Eve girdiğimiz ilk hafta sabahları Çağlar ve Arda'yı işine ve okuluna gönderdikten sonra tüm kolileri açıp yerleştirdik Can ile. Can kolileri yürüttü, ben boşalttım, o toza pise bulandı, ben gözümü kapatıp olacak o kadar dedim, devam ettim. Akşamları Çağlar'la çocukları yatırıp devam ettik, dolaplar monte edildi, raflar takıldı. Sanırım ilk hafta en zoruydu.

Burada nerede bizim ülkemizde eşyayı bir çırpıda taşıyıp aynı hızda montajını yapan taşımacı camiası :) Eşyamızı boşaltan hepi topu üç kişilik mini ekip, eşyayı çok uzun zamanda taşıdıkları gibi, sözleşmemizde yer almasına rağmen biz gardrop montajı beceremeyiz, size bu iş için ayrıca usta gönderelim deyip gittiler. O usta bekle ki gelsin.. Çağlar'ın elinden gelmiyor olsa belki hala eşyalar yerlerde, dolap kapakları kenarda bekliyor olabilirdik.

Beşinci haftanın başında banyodaki dolabın kapakları henüz takılmamış, duvara asılacak tablolar masa üstünde bekliyor da olsa, oturduk, yerleştik hatta yemekli misafir bile ağırladık.. Hala yapılacak işlerimiz var. Bahçeye hiç el atamadık. Hava da zaten ancak elveriyor ama çoğu gitti pek azı kaldı diyebiliyoruz işte.

Arda'nın okul rutini, bizim Can ile günlük rutinimiz oturdu gibi. Yavaş yavaş komşular, okul arkadaşları ile kaynaşacak vakit bulmaya başladık.

Henüz buradaki kimliğim ve ehliyetim çıkmadığı için gündüzleri eve ve ev çevresine hapis sayılırım. Ama diyorum ya yapacak iş hala var, e bir de elde minnak velet var. Sıkılacak zaman yok haliyle.

Bu zaman diliminde yorulduk mu yorulduk, hem de çok yorulduk. Sanırım bu yorgunluklardan bana her an ağrımaya hazır bir bel miras kalacak. Ve tüm hepsi bitip, dinlenmeye, sıkılmaya vaktimizin olduğu günler ne zaman gelecek bilmiyorum. Herkes toplamda herşeyin rayına oturması için ortalama bir üç aydan bahsediyor. Üç ayın sonunda bir gün sıkılırsam dönüp şu yazıya bir göz atacağım :) 
Follow my blog with Bloglovin

30 Nisan 2014 Çarşamba

PiPaPe Yemeği

Sabah kötü bir bel ağrısı ile uyandım.
Bu sıpa bitirdi beni. Gülle taşıyorum her gün saatlerce. Bir de kucakta ve ayakta uyumak istemesi cabası da neyse konu bu değil.
Konu kendisinin şişko olmasından yola çıkarak habire sebze pişirmeye çalışmakta olan annenin çıkmazları.
İşte belim ağrıyarak uyanınca günün gerisi de çok iyi devam etmedi haliyle. Can sabah uykusuna yatınca dolabı açtım, ne yedireyim ben buna öğlene diye bakınıyorum. İki tane ince pırasa var ama yanına katacak ne havuç var ne biber. Bende de Can'ı taşıyıp dışarı çıkacak ve alışveriş yapacak bel yok. Var aslında fasulye, ıspanak birşeyler de yeni yedi onları hani değişik olsun, biraz da derdim o. Pırasanın yanına ne koysam ne koysam derken dedim bir ilk olsun patates yesin çocuk. Şişko ya vermiyoruz :))
Pırasa ve patatese ne yakışır peki en çok? Peyniiiirrr! Sabah kahvaltısı da aceleye gelmişti bunun peynirini suya koyamamıştık, peynirsiz etmişti kahvaltısını. Hah dedim tam oldu.
Pırasaları ve küçük bir patatesi zeytinyağında çevirdim. Sonra üzerine su koyup iyice yumuşayana kadar pişirdim. Ezerken de içine peynir ve dereotu.
Valla ben yaptım diye demiyorum ama çok acayip birşey oldu. Acayip derken yani pek güzel pek leziz. Can içine düştü yedi zaten bir dolu. Aslında içine bir tutamcık un katılsa filan daha bir leziz olurdu da malum bizim bey toraman. Gerek yok una filan.
Geriye az birşey kalmıştı, onun da üstünü dereotu ile süsleyip Arda' ya sundum. Can'ın maması desem ağzını sürmez. Çok zorladı ne bu içinde ne var diye ama çevirdim lafı, çünkü peynir de yemez arkadaş.. Baktım yemiş bitirmiş!:)
Ama dayanamadım söyledim sonra içindekileri. O da ismini koyuveredi PiPaPe yemeği diye :) Gel gör ki bir daha yapsam , peyniri duydu ya öldür allah yemez. 
Olsun boğazından geçen yanıma kardır deyip, deneyin sevebilirsiniz diye bitiriyorum.
Ha bir de siz tuz koymayı unutmayın olur mu?:)

28 Nisan 2014 Pazartesi

Empati-Sempati

Bir kaç haftadır Arda'nın okulunda anne-babalar için düzenlenen sohbet toplantılarına katılıyorum.
Bizim bu okulda veli olarak geçirdiğimiz ilk senemiz, o yüzden benim için bu toplantılar bir ilk ama bu yıllardır süregelen bir uygulama imiş.
Bu toplantılardan birinde de Empati ve Sempati hakkında rehber öğretmeni dinledik ve üzerinde konuştuk. Aldığım notları burada biraraya getireyim istedim.

Empati ve sempati birbirine çok karışan iki kavram ama içerik olarak da birbirine bir o kadar zıtlarmış meğerse.
Yakın ve uzak çevremizden sevdiğimiz pek çok kişiye sempati duyuyoruz. Sempati duyduğumuz kişilerin sevincine yada üzüntüsüne tanıklık ederken ise genellikle biz de onların duygusunu alıyoruz. Yani üzülüyorsa üzülüyor, seviniyorsa seviniyoruz. Sevince ortak olmak kolay da iş üzüntüye, kızgınlığa, kırgınlığa gelince karşımızdakinin duygusunu alıp onunla birlikte üzülmek, yani sempatik olmak, aslında onun yaşadığı duyguyu çoğaltmaktan başka bir işe yaramıyor. Burada yaptığımız şey empati olmuyor.
Sempati duyduğumuz kişilerin üzüntülerinde genellikle olaya iyi tarafından bakmak, teselli etmek, başka alternatifler sunmak gibi yollara başvuruyoruz. Bunlar da çoğu zaman karşımızdakinin duymak istedikleri olmuyor.

Bu noktada yapmamız gereken empati.
Empati karşısındakinin duygusunu anlamak ama o duyguyu almak değil. Onun yaşadığı histen olabildiğince arınarak (çünkü sevdiğimiz kişilerin üzüntüsünde elbet üzülürüz) onun bakış açısını anlamak, anlamaya çalışmak. Kendimizi onun yerine koyarak aynı şeyi hissetmek değil de, olaya onun gözlükleri ile bakabilmeye çalışmak. Zor aslında.
Empati yaparken karşımızdakine onu anladığımızı söylememiz yada bunu hissettirmemiz gerekiyor. Karşıdaki insan için o anda anlaşılmak çok önemli. Eğer yaşanan olay bizim de başımıza geldi ise empati yapmak çok daha kolay ama tecrübelerimiz arasında olmayan bir konuda empati yapmaya çalışıyorsak bir de işin içine değer yargılarımız giriyor ki, onlardan sıyrılmadığımızda empati kurmamız çok zor.
Toparlamaya çalışırsak değer yargılarımızı bir kenara bırakarak, karşımızdakinin gözlüklerini takıp olaya bir bakmak, onun hissettiklerini anlamaya çalışmak ve anladığımızı da ona hissettirmek yada söylemek gerekiyor.
Empati ilişkiyi her iki taraf için de güçlendiriyor. Anlayan taraf da haz duyup mutlu hissediyor. Karşı taraf da anlaşıldığı için mutlu ve tatmin oluyor. Ve hatta karşımızdakinin müteşekkir olduğunu görmenin hazzı genelde anlaşılmaktan daha fazla oluyor.

Bunu çocuklarımıza yapabilmek işin belki de en çetrefilli kısmı.
Çocuklar dinlenmek istiyorlar. Öncelikli ihtiyaçları dinleniyor olmak. Dinlediğimiz her sorunu da çözmek zorunda değiliz. Onlar da çözmek zorunda değil. Yardım isterlerse zaten ya anlarız yada söylerler. Asıl olan doğru şekilde dinleyip anlayabilmek.  Dinlerken yapacağımız en büyük hata da nasihat, yargılama yada eleştiri yapmak.
Dinlerken onu doğru anlamak, anladığımızı yüz ve beden mesajı ile göstermek ve onu anladığımızı kendi duygularımızdan arınarak ifade edebilmek, bir de üstüne, bunu doğru zamanda yapabilmek önemli.
Çoğu zaman kızgınlığını, üzüntüsünü içimizde duysak da bunlardan arınarak ona kendi duygusunu yansıtmayı denemek gerekiyor.

**Burada küçük bir not, özellikle anaokulu çağında çocuklar anne- babanın duygusunu alıyorlarmış. Yani sevincimiz, üzüntümüz, kızgınlığımızı hissedip kendi hisleri gibi yaşıyorlarmış.

Halbuki şu hayatta en çok sempati duyduğumuz kişiler çocuklarımız. Olumlu duygu ile yaklaşmak, hislerini paylaşmaya çalışmak, içtenlikle, sevgi ile yaptığımız bir şey. Zaman zaman da yapılmalı ama sempati empati kurmayı engelliyormuş.  Onunla üzülmek en doğal davranış şeklimiz olsa da onun ne için ağladığını anlamaya çalışmak ve uygun tepkiyi vermek daha doğru. Bunun için de onun yaşadığı duygudan arınmamız gerekiyor.

**Burada bir not daha bağımlı anne- baba-çocuk yada bağımlı öğretmen- çocuk ilişkisinde sempati var, empati yapılamaz.

Diğer yandan empati öğrenilebilir ve öğretilebilir de bir kavram. Çocuklar bunu daha çok bizleri izleyerek, ilkokul 3-4 sıralarında da yaşayarak ve dinleyerek öğreniyorlar. Empati yapabilmek özgüveni artırıyor. Basit bir örnekle, arkadaşı düştü. Onunla ağlamak yerine kolundan tutup revire götürmek, hemşireye olan biteni anlatmak, arkadaşına canın acıyor biliyorum diyebilmek. İçinde hem yardımlaşma, hem empati e tabi biraz da sempati barındırıyor.
Tek bir çocuğu on kişilik bir arkadaş grubunun revire götürmesinin altında da bu yatıyor. Yardım edebilmek, zor anında sağlam durup yanında olabilmek ne büyük bir gurur.:) 

Ve notları aşağıdaki video ile bitireyim, iyi seyirler :)


11 Mart 2014 Salı

...

Allahım, sen 270 gündür başında beklediği evladı ellerinden kayıp giden o anneye sabır ver, acısını uyuştur, yangınını hafiflet..
Bize de içimize biriktirdiklerimizi haykıracak, çocuklarımız için sonuna kadar direnecek güç ver..

20 Şubat 2014 Perşembe

Bir zamansız okuma hikayesi..

Arda, Can doğmadan hemen önce, yani yaklaşık 6 ay önce ilk okuma yazma sinyallerini verdi.
Bir akşam yuvarlak kestiği bir kağıdın üzerine 'ARDR' yazıp cd yaptım anne diyerek bana getirdiğinde ben de 'Arda cdsi mi yaptın?' demiştim. Bana hayır anne o ardrrrrr cdsi deyince benim de bir kaşım hafiften havaya kalkmıştı.
O akşam sen bana nil yazar mısın bir de top dedim. Nili yazdı topu yazamadı. Anladım ki sadece bildiği harfleri yanyana koyabiliyor ve oralı olmadım açıkçası.
Daha 5 yaşında bile değildi. Seneye öğrenmesi için çok vakti olacaktı ve öğrenmese en iyisi idi..
Sonraki haftalar çok hızlı ve çok yoğun geçti. İşte ben o arada, göbeğimi taşımaya çalışırken ve yaz sıcağını atlatmaya uğraşırken Arda'nın okuma yazma konusundaki hızlı adımlarını göremedim. Çocuğumu bu yolda gözden kaybettim aslında.
Taa ki Can pusette biz maaile parkta iken hepimizi durdurup bir bankın üzerindeki 'Kadıköy Belediyesi' yazısını okuyuncaya kadar.. Bundan sonrası çorap söküğü gibi geldi.
Önce okuldan aradılar. Okul yeni , o sıralar biz onları tanımaya çalışıyoruz onlar Arda'yı. Lafa siz Arda' ya okuma yazma mı öğrettiniz diye girince benim tepem attı. Kucağımdaki bebeği, hala üzerimde taşıdığım hamile giysilerini göremiyorlardı herhalde. İşim gücüm çok azdı ve bir de delirmiştim, oturup çocuğa okuma yazma öğretecektim.
Bu kötü girizgahtan sonra herkes birbirini anladı ve ortak noktada buluştuk. Arda' ya kimse birşey öğretmemişti. Hatta biz onun hızlıca okuma ve yazma aşamasına gelme sürecini kaçırmıştık. Bir hatamız varsa ancak bu olabilirdi. Bundan sonra ne yapmalıydık?
Öncelikle hiçbirşey dediler. Aferin demeyin, okumaya teşvik etmeyin, okumak isterse okusun ama siz ondan istemeyin. Okuma ve yazma eylemini aynı anda geliştirdiği için yazma konusunda da çok fazla yapacak birşey yoktu. Bunu konuştuğumuz sıralarda Arda'nın durumu gördüğü harfleri yavaş yavaş bir araya getirmek ve seslendirmekten ibaretti. Yani aslında okuduğunu anlama çabası içinde değildi.
Bu noktada çokça vakit geçirmesini umduk ve hep birlikte onu başka şeylere yönlendirmeye çalıştık.
Bunun nafile bir çaba olduğunu Çağlar da ben de biliyorduk aslında.
Arda gibi sevdiği şeyi sonuna kadar yapan, asla yarım ve peşini bırakmayan bir çocuk için yönlendirmeler pek de kolay olmuyordu. Biz bunu daha önce de denemiştik.
Nitekim olmadı..
Arda Ocak ayı itibari ile bize, bizim hızımızda olmasa da hikaye kitaplarını okuyan, ayrıca aklından geçirdiğini yazabilen bir noktaya geldi. Biz ona eskisi gibi hala kitap okurken, o da bize okumaya çalıştı.
Etrafında o kadar çok yazı ve çizi görüyordu ki okumasa olmazdı, böyle hissediyordu. Bir önceki postta da yazdığım gibi arkadaşı ile konuşurken bunu çok net ifade etti.
Peki erken okumayı ve yazmayı öğrenmek bize ne getirdi ve bizden ne götürdü? Ben işte işin daha çok bu kısmında takılı kaldım. Bence getirisinden çok götürüsü oldu çünkü.
Öncelikle yaşı icabı son zamanlarda her yerimiz kağıt her yerimiz boya.
Odasının yeri kağıtlarla kaplı. Masanın altı üstü her yer kalem ve boya. Çok dağınık ama o dağınıklığın arasında çizerken çok da mutlu. Bu tablo hala devam ediyor ama çizmeye olan merakının ilk safhalarında, Arda resim çizerek de birşeyleri ifade edebileceğini anlamaya başlamıştı. Aklına ne gelirse çizmeye çalışıyordu. Çizgisi de yaşıtlarına göre oldukça kötüydü ama buna takılmıyordu ve biz bu duruma seviniyorduk.
Ne zaman ki aklındakini yazabildiğini anladı o noktadan sonra her resmin kenarında köşesinde yazılar belirmeye başladı. Çizerek anlatamayacağını düşündüğü herşeyi yazdı resimlerin üzerine.
Bir süre birşey demedik, sonra yavaş yavaş resim denilen şeyin yazı olmadan birşeyleri anlatma yolu olduğunu söyledik kendisine. O da yazabileceğini kanıtlamış olsa gerek ki şu aralar tekrar sadece çiziyor ve boyuyor.
Daha önce yaşı gereği anlamakta zorlandığı şeyleri sorar, bizim anlattığımız kadarı ile yetinir kafasında toparlar koyardı bir köşeye. Ama okumak demek başka bir dünya demek. Evlerin camlarındaki kiralık- satılık yazılarından tutun da bir marketin adının neden 'şirin' olduğuna kadar dünya dolusu soru ile geliyor karşımıza. Bunlar kolay olanlar. Bir de zor olanlar var.
Yalnız dışarı çıktığımız bir gün girdiğimiz tuvaletteki ped çöpünün üzerindekileri okuyarak , ped ne demek, neden burada iki çöp var, oraya atmazsak ne olur gibi sorularla günün geri kalanını bana dar etti mesela.
Tabii ki öğrenecek, tabii ki soracak ama çocukların öyle bir soru üretme hızları var ki insan biraz nefes almak için durmak istiyor.
Alt yazılar, gazeteler, dergiler hatta bize ait kitapların arka kapakları.. Yakaladığı yerde başına oturuyor. Ona anlatamayacağınız, anlatsanız da anlayamayacağı milyonlarca soru beliriyor kafasında. Yaşına uygun şeyleri sunmaya çalışıyoruz devamlı ama şu anda ne sunsak yetmiyor sanki.
Öte yandan okuma hevesi ile asıl olayı ve konuyu kaçırması kısmı var ki, beni birkaç dakikadan sonra elimde olmadan en sinirlendiren şey bu. Giyiniyor mesela .. Hayır giyinmiyor, bacağına kolunu geçiriyor, kafasını başka yere sokmaya çalışıyor çünkü o anda gözü ya bir kitabın kapağında, ya da okuyabileceği herhangi başka birşeyde… Ve tabii işler uzuyor uzuyor..
Aynı şey zaman zaman siz ona birşey söylemeye çalıştığınızda da oluyor..
Ve tabii dananın kuyruğunun kopma yeri okulda işler giderek karışıyor.
Yarıyıl tatiline girmeden hemen önce öğretmenleri ve rehberlik servisi ile yaptığımız son görüşmede, hiç bir konuda problem yaşamadıklarını bir tek okuma ve yazma hevesinin bazı dersleri bölebildiğini anlattılar.
En basitinden hamurla oynuyorlar yada seramik yapıyorlar. Bunun eli işte gözü hamur kutusunun üzerini okumakta, seramik hamuru paketinin bıdık yazıları ile ilgilenmekte. Ve arkasından gelsin sorular o ne demek bu ne demek.. On beş çocuğun bir arada olduğu bir yerde öğretmen için zor olsa gerek..
İşte bu son görüşmede okuldaki ilkokul öğretmenleri ile görüşeceklerini, seneye sıkılmaması ve özellikle el yazısında bunalmaması için şimdiden bir tavsiyeleri olabilir mi soracaklarını söylediler. Bizim 'Arda sevdiği şeyi dibine kadar yapar, sevmezse yada yapamayacağına kanaat getirirse imkanı yok ilgilenmez' uyarımızı ve kendi gözlemlerini harmanlayıp ufak el yazısı çalışmaları yapmasının iyi olacağına karar verdiler.
Bugün 15 yarın 25-30 kişi olacak o sınıf. Yapması gerekeni red eden ve bunda ısrar eden bir çocuk istemezler herhalde. Şimdiden önlem alma çabası biraz..
Nitekim herşeyin bir zamanı var diye boşuna denmiyor. Erken yada geç olması bazen atlanması gereken engeller yaratıyor.
Biliyorum şimdilerde artık pek çok anaokulu okuma yazma öğretip öyle gönderiyor çocukları okula. Arda gibi nicesini ve daha fazlasını yapıp da gelenler var. Biz özel yada ilk değiliz.
Ama kendi özelimizde benim hoşuma gitmedi bu durum. Zorlanıyorum da üstelik. Sorularına doyurucu cevaplar vermeye, eline ne versem ilgisini çeker acaba diye aranmaya.
Ne şimdi oturup el yazısı için debelenmesini isterdim ne de okula başlamadan okuyup yazmasını. Herkesle birlikte kotarıp, başarmanın sevincini ve gururunu sınıfında yaşamasını dilerdim. Oyuna yoracağı kafasını okuduğu koca koca kelimelerin ne olduğunu anlamaya yormasını hele hiç istemezdim.
Onun için de doğru zaman buymuş demek ki.. Kendisi çok mutlu, notaların altında yazan şarkı sözlerini okuyabildiği için, yada filmlerdeki alt yazıların bir kısmını yakalayabildiği için.
Ben ise seneye karşılacağım türlü çeşitlilikteki zorluk için şimdiden siper kazıyorum..




18 Şubat 2014 Salı

Şaşkın Diyaloglar

Akşam okuldan eve kulağım acıyor, biraz da duymuyorum diye şikayet ederek gelen sıpaya sabah uyandığında sorduk:
- Arda acıyor mu kulağın?
- Yok acımıyor artık amaaa..
- Aması ne?
- Bugün de gözlerim görmüyor biraz benim!
- Sen bizimle dalga mı geçiyorsun?
- Ee evet yarın da ağzım konuşamayacak!

Saçlarını kuruturken aklı taa nerelerde konuştu:
- Anne, ben düşünüyorum da hangi meslek olacağımı bilemiyorum. Birsürü olsam?
- Olur ne olmak istiyorsun?
- Bilimadamı, ressam, müzisyen, heykeltıraş!!
 Çağlar'a dönüp "Duydun mu nedense hiç doktor avukat polis filan yok, ne iş?" dedim gülerek.
Bunun üzerine
- Anne! Onlar normal meslekler ben değişik bir şey olmak istiyorum!

Barış ve Arda odadalar ben de mutfaktan kulak misafiri:
B: Arda! Her sayfayı okuyorsun ben hızlı hızlı resimlerine bakmak istiyorum!
A: Ama ne yapayım?! Okunacak çok şey var, kitaplar, tabelalar, işaretler heryer heryer yazı dolu! Okumayayım mı ha? Okumayayım mı? O zaman neden yazmışlar??!!
B:...

Arabada babasının sakızından çıkan manide başgöz olmak yazıyordu, biz de takıldık:
- Arda seni de başgöz edelim mi artık büyüdün?
- O nee?
- Evlendirelim yani
- Anne ben daha çocuğum çocuklar evlenmez.
- İyi de hani her şeyi sen biliyorsun, her şeyi sen en iyi yapıyorsun, hani büyüksün sen, koca adam gibi konuşuyorsun.. Demek büyüdün, evlenebilirsin.. Var mı evlenmek istediğin biri?
- Yok. O kadar büyümedim daha. Büyüyünce biri ile tanışacağım, evleneceğiz, bebek doğduracağız, sonra aile olacağız.
- Hımm bebek olmadan aile olmuyor.
- Evet
Birkaç dakika sonra:
- Anne biliyor musun?
- Neyi?
- Çin'de sadece iki bebek doğdurabiliyorlar, üçüncü bebek doğdurmak yasak!
- ???!!!


30 Ocak 2014 Perşembe

Parçalı Bulutlu Kardeşli Hayat Seyiri

Can oldu 6 aylık.
Yarı yaşında artık.
Bugün IG de bir arkadaşım Can'ın resminin altına 6 ay bence milattır yazmıştı, evet bence de..Bayağı adam oldu. Gözle görülür değişiklikler gösterdi son bir ayın içinde.
Etrafındakiler, onlarla ilişkisi, anne ile arasındaki mesafe, babaya tepkisi, gözlerini bir an olsun ayırmadığı abi ile iletişime geçme denemeleri, ilk gördüklerine karşı takındığı temkinli tavır..Fiziken kendini deneme sayısındaki gözle görülür artış.. Oldu işe,yarı adam oldu bir anda.
Ve Can'ın son bir ayda bir birey olup ortaya çıkışı ile evdeki sakin giden dengeler de alt üst oldu.
Can bebekti, anlamıyordu, arada bir ağlıyordu ,meme emiyor, uyuyordu. Anne onu yatağına bıraktığında oyalanıyordu, anne de Arda ile 10 dakika da olsa vakit geçiriyordu.
Şimdi yatağında durmayan, yemek masalarına yanaşan, yerdeki oyuncaklara sulanan, abisini dikkatle izleyen, abisi sadece konuşsa bile gülen ve tabii ki elde olmadan ilgiyi üstüne toplayan bir çocuk daha var evde.
Ben hamileyken Arda tırnak yemeye başlamıştı ufaktan. Üstüne düşmüyor, görmezden geliyorduk. Okulun da desteği ile çok çok azaldı ama bambaşka şeyler başgösterdi bir anda.
İçine içine doldurdukları anlayamadığımız şekillerde ortaya çıktılar. Benimle bir anlaşmazlığa düştüğü anda dudaklarını kemirmeye başladı mesela.. Evdeki eski yeni hiçbirşeyin değişmemesi , atılmaması için ciddi direnç göstermeye başladı.
Bütün bunların yerine, ağlasaydı mesela, kardeşine yada bize karşı bir tepki verseydi, ne bileyim ona bakmayın, onu sevmeyin vs deseydi.. Yok hiç birini demedi.. Aksine benim bir erkek kardeşim var diye böbürlendi dışarılarda. Servisten iner inmez ilk sorduğu sen Can'ı nasıl evde bırakıp indin, ya bir şey olursa oldu.
İlgilenmez gözüktü ama aralarda öptü kokladı çaktırmadan.
Doktor amca hastalanır dediği için göbeğinden yukarısını öpmemek için azami dikkat gösterdi, gösteriyor..
Ama işte ne zaman ki Can ben varım demeye başladı, ipler gerildi orada.
Anneanne- babaanne bizde iken iyice cozuttu. Olur olmaz şeylerden arızalar çıkardı, çıkarıyor. Biz yalnızken ben çok daha kolay idare edebiliyorum onu, hatta pek de keyifli vakit geçiriyoruz biraz özen ve dikkat ile. Ama başkaları varsa işler zorlaşıyor birden.
Arda özünde zor bir çocuk zaten.
Çok inatçı, asla dediğinden geri adım atmayan, iknası çok zor hatta imkansız.. Dikkatini istemediği yada ilgilenmediği bir şeye asla çekemediğin, sevdiği şeyi dibine kadar yapmak için direnen, üstüne bir de karşısındakine sevdirmek için didinen hatta zorlayan bir çocuk.
Elbet kendine özel ve çok güzel başka özellikleri de var ama şu anda konumuz iyi özellikler değil :)
Tüm bunlar kardeşten önce de bizim için zorlayıcı özellikler idi. İnat ettiği yerde kendi haline bırakıp, yaptığı davranışın olumsuz sonucu ile karşılaşmasını beklemek, kendi kendine doğru yolu bulması için sabır göstermek gerekiyordu. Hep böyle oldu.
Ama şimdi iş arıza çıkarmaya gelince, ortada da sebep olmayınca , nerden tutacağını şaşırıyor. Bir anda yemek yemeyeceğim, yada üstümdekiler pijama değil elbise diye diretmeye başlayabiliyor mesela.
İkna etmek filan söz konusu değil. Zaten ikna edilecek bir şey de yok, o bilmiyor mu üstündekilerin ne olduğunu? Biliyor tabii de işte nerden bulsun çocuğum bir anda olay çıkaracak malzemeyi? :)
Zor mizacının üstüne altı aydır birikenler geliyor. İşin içinden çıkılmaz bir hal alıyor bazen.
Şikayetim yok, bir yerden ne çıkacak diye bekliyordum zaten. Herşey bu kadar sessiz ve sakin gidemezdi..
Bol öpücük, bol kucak, bol koklaşma ve bol çok bol sabır bir noktada herşeyi çözüyor.
Ama tabii gönül istiyor ki öyle bir şey yapayım ki yüreğindeki bütün fırtınaları bir anda söndüreyim. Olmuyor tabii, bazen alevleniyor, bazen sönmeye yüz tutuyor. Dalgalı, parçalı bulutlu bir hava geziyor evin içinde nicedir.
Ben sağlamsam eğer, sinirlerim sağlamsa, fiziken iyi hissediyorsam kazasız atlatıyor, O'nu da kendimi de huzurla uykuya teslim edebiliyorum akşamları.
Ama ben yorgunsam, elim kolum, başım, yüreğim kaldırmıyorsa yemek, boya, pijama, oyuncak , kitap,-konu her neyse -o savaşı, o zaman yanımda kim varsa Can'ı devrediyorum hemen. Derin bir nefes alıp Arda'nın dolandığı semalara gitmeye çalışıyorum. Enerjimin son kırıntılarını oralarda harcıyorum. Bazen başarılı oluyorum, bazen olamıyorum, inadı ve karşı koyuşu ile başbaşa bırakıyorum onu mecburen.
Her türlü kemirgenlik hali ve değişikliğe direnç ile ilgili uzman yardımı alacağım, hemen bir iki gün içinde hem de. Çünkü bu yarıyıl tatilini bir fırsat olarak görüyorum aslen. Yanımda olması, tüm günü evde yada dışarıda bir arada geçiriyor olmak, arada ben nefessiz kalsam da ona iyi geliyor. Şu aralar atacağımız her doğru adımın, kısa sürede geri dönüşü olacakmış gibi geliyor bana..
Başka konularımız var ayrıca elimizde, içinde yaşadığı yaşattığı, ne kadar beslesek de doyuramadığımız müzik gibi, tiyatro gibi, dekor gibi kostum gibi, bir anda sökülüveren okuma yazma gibi,kağıtlara, resimlere, notalara balıklama dalıp oynamak istemediği oyuncaklar, ilgilenirken sıkılıyorum dediği başka bir sürü şey gibi.. Soyut kavramları anlamak için gösterdiği büyük çaba, bizim anlatmak için çok zorlanmamız gibi..
Böyle yazıyorum, sonra okuyunca amma karamsar bir tablo çizmişim diyorum. Öyle ağlak bağırış çağırış bir halimiz yok genelde. Benim yüreğime yük bunlar daha çok. Arada derede gördüklerim. Bir de O'nun ansızın ortaya çıkardığı arıza halleri..
Bunlar haricinde kesiyor, boyuyor, pişiriyoruz. Şarkı söylüyoruz bol bol. Scrabble oynadık bugün. Biraz Arda'ca biraz annece ama olsun:) Can çok gülüyor Arda' ya, o güldükçe bu coşuyor. Saçlarını salladıkça Can kahkahalara boğuluyor, bizimki sallabaş oluyor ortalıkta mesela..
Kitap okuduk çok çok.. Çoraptan kardanadam yaptık. Tüm bunlar olurken Can ya kucağımda , ya yerde dibimizde yada uykudaydı haliyle.
Evde babaanne ve dede var ama bir tanesi de onlarla oyalanmıyor, ikisi de benim tepemde:)
Buna da şükür, çok şükür..Gün gelecek hepsi geçeçek ve ufacık anılar olarak kalacaklar bende, bunu bilmenin rahatlığı var biraz da üzerimde.


LinkWithin

Related Posts with Thumbnails